Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Teslimiyetçi AB politikasına karşı mücadele yolları


Ancak şu da bir hakikattir ki, hiç bir hükümet bu kadar pervasız, bu kadar cüretkâr, bu kadar tahripkâr ve bu kadar tavizkâr hareket edemeyecekti. Çünkü hiç bir hükümet parlamentoda, tabanda, iç ve dış kamu oyunda bu kadar desteğe malik olamayacaktı. İlave olarak baş örtüsü hususunda ve diğer dinî mevzularda yapılan baskılardan dolayı bu kadar kinci ve intikamcı olmayacaktı.

Hükümetin AB politikası milliyetçi camiayı çileden çıkarmaya devam ediyor. Milliyetçi camianın sabrı artık o kadar taştı ki, silahlı mücadeleden bile söz etmeye başladı (Yeniçağ, 19 ekim 2004, 11. s. / 30 ekim 2003, 3, 11. s.).
Ancak bir daha tekrarlayalım ki, AB’ye giriş politikası hükümetin politikası değil, devletin politikasıdır. Bunu bir daha tekrarlamamızın sebebi, durumun doğru tesbit edilmesi ve hatt-ı harekette yanlışlara meydan verilmemesi içindir (Milliyetçi kesim, AB’nin devlet politikası olduğunu Ufuk Ötesi’nden öğrendi). Gerçi icra kuvveti olduğu için en büyük sorumluluk hükümete aittir. Lakin iş başında Mesut Yılmaz da olsaydı, Çiller de olsaydı, Ecevit de olsaydı, Bahçeli de olsaydı, hepsi aynı şeyleri yapacaktı.
Ancak şu da bir hakikattir ki, hiç bir hükümet bu kadar pervasız, bu kadar cüretkâr, bu kadar tahripkâr ve bu kadar tavizkâr hareket edemeyecekti. Çünkü hiç bir hükümet parlamentoda, tabanda, iç ve dış kamu oyunda bu kadar desteğe malik olamayacaktı. İlave olarak baş örtüsü hususunda ve diğer dinî mevzularda yapılan baskılardan dolayı bu kadar kinci ve intikamcı olmayacaktı.
Biz burada doğruyu arıyoruz. Kahve münakaşası yapmıyoruz. Objektif davranmak ve doğruyu yazmak vazifemizdir. Hükümet mesuldür, ancak baş örtüsü gibi lüzumsuz meseleleri yasaklayıp insanları küstüren, kızdıran, onları tahripkâr ve tavizkâr hareketlere yöneltenler de mesuldür.
Ayrıca hükümetin iç ve dış desteğini AB politikasına borçlu olduğunu da unutmayalım. Eğer AB politikası olmasaydı, hükümetin iktidarda kalması şüpheliydi ve bundan vazgeçtiği takdirde de şüpheli olacaktır.
Daha evvel yazdığımız gibi biz AKP’nin AB politikasının sebeplerini, 3 kasım 2002 seçimlerinden itibaren tam 16 ay düşündükten sonra Cezayir sokağının Kadir Topbaş tarafından Fransız sokağı haline getirildiğini öğrendikten sonra çözmüştük. Cezayir sokağının Fransız sokağı haline tebdili, AKP politikalarının pisikolojik saikini ortaya koymaktadır (Bu hususta şu yazımız tekrar okunmalıdır: “Türkiyenin milli politikası: AB’ye girme veya AB’mani”, Ufuk Ötesi, ağustos 2004, 29. sayı, 8-9. s.).

Baş örtüsü ve AB

Baş örtüsü karşısında bu kadar korkak olan bir devletin, AB’nin Sevr dayatmaları karşısında bu kadar güvenli ve cesur olması enteresandır.
Bazı arkadaşlarımız hükümetin baş örtüsü meselesini niçin halletmediğini soruyor ve eleştiriyorlar. Bu tür eleştiriler meseleye sebepten değil, sonuçtan bakan eleştirilerdir. Baş örtüsü o kadar kolay ve basit bir iş değildir. Böyle bir şey Türkiyede dengeleri alt üst eder. Daha evvel yazdığımız gibi bu meseleyi hiç kimse halledemez.
Türkiye Cumhuriyetinin kültür ve dış politikaları hakkında bilgi sahibi olmayan, devletin baş örtüsü karşısındaki sert tavrını anlayamayan (bilmeyen değil) bu arkadaşlar, hiç olmazsa cumhurbaşkanının kamusal alan uygulamasına baksınlar. Sonra erkeklerin halledemediği bir meseleyi ürkekler nasıl halletsin? Baş örtüsü mevzusunda (mevzuunda değil), yazdığımız ve kılasikleşen yazımız lütfen okunsun (“Bırakalım millet istediği gibi soyunsun, bırakalım millet istediği gibi giyinsin”, Ufuk Ötesi, aralık 2002, 9. sayı, 26-27. s.).

Teslimiyete karşı ne yapmalıyız? Tek çare demokrasi! Başka çözüm yok!

Şimdi hükümetin milliyetçi kesimin tepesini attıran teslimiyetçi politikasına karşı neler yapabileceğimiz hususuna gelelim. Bize göre çare silahlı yol değil, demokratik yoldur. Kısaca hükümetin, daha doğrusu devletin körü körüne AB taraflısı politikalarını değiştirmenin tek yolu, demokratik hak ve hukukumuzu kullanmaktan geçmektedir. Her zaman söylediğimiz gibi Türkiyede demokratik kültürü en kıt kesim, sağ kesimdir. Aydınıyla, partisiyle, sivil toplum örgütüyle, sokaktaki insanıyla, her şeyi, güvendiği ve kutsal kabul ettiği devlete havale eden sağ kesim, bu güne kadar hep susmuştur. Sustuğu için var olduğunu isbat edememiş, başkalarınca da yok sayılmıştır. Hiç bir zaman “ben varım” dememiştir, demek istememiştir. Hakikati ifade etmek lazım gelirse, gerçekten de yoktur. Aydınıyla yoktur (aslında aydını da yoktur; daha doğrusu arif aydını yoktur), partisiyle yoktur, televizyonuyla yoktur, gazetesiyle yoktur, sivil toplum örgütüyle yoktur, demokratik kültürüyle yoktur. Yok oğlu yoktur. Yok olunca elbet böyle olacaktı. Var olsaydı, el üstünde tutulurdu.
Demokratik yollar hangileridir? Demokratik yollar nümayiştir, yürüyüştür, mitingdir, etkili sivil toplum örgütleridir, mektup, elekturonik mektup, faks purotestosu yapmaktır. Yerine göre tecrittir, pasif direniştir. Hatta çürük yumurta atmaktır. Hiç bir zaman kanun dışına sapmamak, asla şiddete baş vurmamak, lakin bütün bunları yapmaktır.
Netice-yi kelam tek çıkar yol, demokratik yoldur. Suloganvari şekilde söylersek, “tek yol demokrasidir! Başka çözüm yoktur!” Çare silahlı yol değildir. Kime karşı silahlanılacak? Hükümete karşı mı, orduya karşı mı, polise karşı mı, halka karşı mı? Arkadaşlarımızın bir an evvel bu yanlıştan dönmesini bekliyoruz. Ancak hükümete ve devlete de şu ihtarda bulunmayı gerekli görüyoruz: Artık can boğaza gelmiştir…

Sağ kesimin tek demokratik kitle teşkilatı

Sağda tek demokratik kitle teşkilatı Kamu-Sen‘dir. Biraz demokratik kültürü olan, demokratik tepkisini dile getirme cesareti olan tek teşkilat Kamu-Sen‘dir. Gerçi o da kendiliğinden değil, tepeden inme, devletin demokratikleşme puroğramı çerçevesinde verdiği hakla kurulmuştur. Öyle de olsa, kurulduğundan itibaren elde ettiği tecrübe ile sağda demokratik hakların alınması ve sağ kitlenin eğitilmesi için hayati önemi haizdir, motor güçtür.

Demokratik mücadele başlamıştır

Kamu-Sen, 1 kasım 2004 günü genel sekreteri sayın Fahrettin Yokuş ile motor güç olduğunu isbatlamıştır. 1 kasım 2004 günü çok önemli bir tarihtir. Zira o gün Türkiyedeki mücadelenin kıvılcımı yakılmıştır. O gün Kamu-Sen genel sekreteri sayın Fahrettin Yokuş, haklı tepkisini demokratik bir yolla göstermiş, azınlıkçıların hazırladığı azınlık raporunu bütün Türkiyenin gözü önünde yırtmıştır. Demokratik tepki cesaretini gösteren ve gerekeni yapan sayın Yokuş’u tebrik ederiz.
Sayın Yokuş’un açtığı demokratik çığırdan giden Dr. Hikmet Çevik, 6 kasım günü Yıldız üniversitesinde düzenlenen toplantıda demokratik tepkisini ortaya koymuştur. Sayın Çevik’i de tebrik ederiz. Artık demokratik direniş, yurt çapında dalga dalga yayılacaktır. İşte bizim, yani Ufuk Ötesinin çıkışından beri olmasını arzuladığımız ve gerçekleştiği takdirde etkili olacağını söylediğimiz, demokratik tepki ve direniş yolu bu yoldur.

Katılımlı demokrasiyi uygulamalıyız

Ancak sadece bu yetmez. İstanbulda, Ankarada ve Türkiyenin her yerinde sivil toplum örgütü tesis etmeli, katılımcı demokrat (katılımcı vatandaş) olarak mevcut meslek teşekküllerini ele geçirmeliyiz. Yani gazeteciler cemiyetini, barolar birliğini, tabipler birliğini, mimar, mühendis birliklerini, diş hekimleri, ticaret ve sanayi odalarını ele geçirmek için bütün milliyetçiler aktif vatandaş haline gelmeli, getirilmeli, demokratik haklarını kullanması ve rey vermesi yönünde ikaz edilmeli, teşkilatlandırılmalıdır.
Sağ öyle uyuşuk, öyle sünepe bir kitledir ki, mensupları dahi meslek odalarındaki seçimlere gidip bir oy vermeye erinir. Bir oyu vermekten imtina eden, korkandan hiç bir şey beklenemez, hiç kimse de onu kaale almaz. Kaale alınmak istemeyen niçin kaale alınsın!
Saydığımız teşekküllere mensup arkadaşlarımız, icap edeni yerine getirmeli, aktif vatandaş olduğunu göstermelidir. Bu özelliklere sahip olduğumuz takdirde artık memleket bizden sorulacaktır.

Orduyu göreve çağırmaktan vazgeçelim

Yine yazar ve sair arkadaşlarımızın TSK’yı göreve çağırmasından vazgeçmelerini talep ediyoruz. Bilsinler ki, çağırdıklarıyla kalacaklardır. Ayrıca demokratik rejimlerde sivillerin ordudan medet ummaları yakışıksız bir tavır olduğu gibi, hakiki demokrat orduların müdahalesi de yakışıksızdır. Hem de sivillerin demokratik kültürden ve bilinçten yoksun olduklarının bir işaretidir. Türkiyede şimdiye kadar siviller askerden medet umdukları için, ordu iç hizmet kanununu anayasanın üzerinde tutmuş ve asli vazifesiyle uğraşamamıştır. Ordu sadece askerî talim teşkilatı değildir. Kendisine lazım olan silahları yapan ve yaptıran bir teşkilattır da. Ancak siviller ikide bir orduyu göreve çağırdıkları ve ordu da çeşitli sebeplerle davete icabet ettiği için, asli vazifesiyle uğraşamamış, silah teknolojisi bakımından bugünkü zayıf ve bağımlı duruma düşmüş, fakir milletin bütçesini elli yıllık, beş milyonluk devletlere kaptırmıştır.
Yeri gelmişken şunu da ilave edelim. Genelkurmay başkanının 29 ekim bayramında “17 aralığa kadar hata yapmayalım“ mealindeki demeci, umarız bazılarına bir şeyler öğretir.

Türkmen hareketi doğru yolda ilerliyor

Kerkük meselesi gitgide vahim bir hal alıyor. Amerikan basını daha eylül ortalarında Kerküğe 72 bin Kürt yerleştirildiğini yazmıştı (16 eylül 2004, NTV, 9.00). Ardından Telafer katliamı geldi. 12 ekim 2004’te yapılması pilanlanan nüfus sayımı tehir edildi. Dış işleri bakanı Gül “Kerkükte nüfus hareketleri köklü değişikliklere yol açmamalı” derken, bir Türkmen yetkili 2003 senesi mayısında Kerküğün nüfusunun 834.973 olduğunu, o tarihten bu güne değin Kerküğe 347 bin Kürt getirildiğini söyledi (TRT-2, 1 kasım 2004, 17.00).
Çocukken Kerkükte, Kıbrısta, Doğu Türkistanda devlet kurup Türkiyeye bağlamayı hayal eden biri olarak Kerkükle hep ilgilendik. 1992’de Ortadoğu gazetesinde kaleme aldığımız bir yazıda Türkmen hareketinin liderlerini ikaz ettik. Kendilerinden başka kimseye güvenmemeleri gerektiğini belirttik. Bizim fikirlerimiz dikkate alınmadığı gibi hadiselerden de ders alınmadı ve bugünkü vaziyete gelindi.
(19 eylül günü Ankaradaki 5. Uluslararası Türk Dili kurultayına giderken özel timde görevli samimi ve vatansever bir binbaşı ile yoldaşlık yaptık. Kendisi Türkiyenin Kerküğü vermeyeceğini, biz ise vereceğini söyledik ve iddiaya girdik. Yanılırsak çok memnun olacağız).
Lakin artık sevinçle görüyoruz ki, Türkmen hareketi kendine güvenme yolunda epey yol katetmiştir. Ve artık kendisinden başka kimseye güvenmemektedir. Nitekim 16 ekim günü Süleymaniye kültür merkezinde bir konuşma yapan Irak Türklerinin ileri gelen aydınlarından purofesör Suphi Saatçinin sözleri çok haklı ve isabetliydi: “Türkmenler artık uyandı. Türkiyenin yanlış politikalarına uymayacaklar. Artık ana vatandan destek istemekten vazgeçtik. Köstek olmasınlar yeter.“ (Yeniçağ, 19 ekim 2004, 10. s.). Doğrusu da budur.
1959’da Kerkük katliamının mesullerini ihkak-ı hak yoluyla cezalandıran Irak Türklerinin başarılı olacaklarına inanıyoruz.

HÜRRİYET-İ EBEDİYE TEPESİNDEKİ ABİDE-Yİ HÜRRİYET ANITI ve HÜRRİYET ŞEHİTLERİ MEZARLIĞI

18 ekim 2004 (ramazanın dördüncü) günü milli meselelerde hassas olan bir arkadaşımız aradı. Mahmut Şevket Paşanın, Talat Paşanın mezarlarının tahrip edildiğini, derhal AA’ya ve medyaya haber verilmek icap ettiğini bildirdi.
Arkadaşımızın çok kötü bir durumda olduğu fark ediliyordu. Sarsılmıştı. Onu anlıyorduk, çünkü Sultanahmetteki Adliye sarayının yıkılıp altındaki mevhum tarihî eserlerin ihya edileceği haberini okuduğumuzda ve Marmara Ereğlisinde okuyamadığımız bir kitabenin yerinde yeller estiğini gördüğümüzde aynı duyguları yaşamıştık.
Hemen telefona sarıldık ve üniversiteli bir arkadaşımızla hadise mahalline doğru yola koyulduk.
İstanbul tırafiğinde uzun, zor ve zahmetli bir yolculuktan sonra hadise mahalline ulaştık. Girişte soldan 1. mezar olan merhum Enver Paşa (1881-1922)’nın mezarına göz attığımızda mezarın tam üzerinde iki liseli gencin sarmaş dolaş haliyle karşılaştık ve bu bize çok dokundu. Sen Makedonya dağlarından Pamir dağlarına kadar milletin için düşmanla savaş, yaban ellerde şehit ol, güya iyilik yapmak için mezarını vatanına nakletsinler, bir gün gelsin ki, mezarının üzerinde liseli aşıklar fink atsın…
Ağlamaklı olduk...
İkinci mezar olan merhum Talat Paşa (1874-1921)’nınkine baktığımızda 7 yerinde yeni darbe olduğunu, dörtgen bir mermerin iki ucunun yenice kırıldığını gördük. İttihat ve Terakkinin kâtib-i umumisi Mithat Şükrü Bleda (1876-1956)’nın ve onun yanındaki Ohrili Eyüp Sabri Akgöl (1876-1950)’ün ve onun yanındaki Atıf Kamçıl (1881-1947)’ın mezarlarında her hangi bir tahribat yoktu, liseli aşık gençler de yoktu.
Ortadaki Mahmut Şevket Paşa (1856-1913)’nın türbesine vardığımızda yine liseli gençler sarmaş dolaştı ve en vahimi türbedeki iki mezarın baş ve ayak ucundaki mermer kitabeler tamamen param parça edilmiş, yerlerde sürünüyordu. Hepsi de yeni kırılmış, bin parçaya bölünmüştü.
Hürriyet-i Ebediye anıtına geldiğimizde anıtın alt kısmının asma kilidinin kırık olduğu, etrafındaki mermer taş ve levazımatın hepsinin yeni param parça edildiği, öteye beriye saçıldığı görülüyor, 1909’daki 31 Mart vakasında şehit olan? Muhtar Beyin kemikleri sızlıyordu…
Sadece Mithat Paşa (1822-1884)’nın mezarında her hangi bir tahribat yoktu. Zira mezar çok sadeydi ve en azından şimdilik tahrip edilecek gibi değildi.
Devletin resmî tarihinin hürriyet ve demokrasi kahramanı olarak çocuklarına okuttuğu insanların ebedî istiratgâhlarının içler acısı durumu bu haldeydi...
Vatandaşlar çimenlerde yatıyor, çocuklar havaya taş atıp oynuyor, oğrular (hırsızlar) cep telefonlarını kapıp kaçıyorlardı.
Papa bilmem kaçıncı kimin adını sokaklarına veren, ileride başbakan olup Türkiyeyi yönetmeyi, daha doğrusu yönetmemeyi hayal eden başarılı (!) belediye başkanı sayın Mustafa Sarıgülün bulunduğu ilçenin yürek sızlatıcı durumu işte böyleydi sevgili okurlar…
Okuyucularımızın bir kısmı bu şahsiyetlere olumsuz bakabilir. Bunların bir kısmına biz de pek olumlu bakmayız. Ama burada mesele o değildir. Burada mesele ne olursa olsun hiç bir mezara saygısızlıkta bulunulamayacağıdır. Burada mesele resmî tarihin kahraman kabul ettiği kişilerin mezarlarının dahi tahrip edilebileceğidir. Ardından sıra öbürlerine gelecektir. Mezar deyip geçmeyin. Hangi açıdan bakarsanız bakın bunlar birer belgedir. Hatırlarsınız, 1984-85’lerde Bulgarlar da aynı şeyi yapmışlardı.
Bunu kimler yapmış veya yaptırmış olabilir? Tinerciler mi, ayyaşlar mı, yoksa Ermeni filarmoni orkestırasının konserleri esnasında Ermenilere jest yapmak isteyen bazı etkili ve yetkililer mi? Yine hatırlarsınız, Topal Osmanın mezarı ve müzesi de AB’nin talepleri ve devletin bakanının emri doğrultusunda değiştirilmiş ve yok edilmişti.
Eski eserlerimiz, mezarlarımız, mezarlıklarımız böyle birer birer yok ediliyor. 2. Beyazıt hamamı restore edilmiyor, Adliye sarayı yıkılacak, il özel idaresinin binası yıkılacak, Darüşşafaka binası yıkıma terk edilmiş…
Kimse ilgilenmiyor. Aynen Irakta olduğu gibi toplumu hafızasız hale getirme ve Mankurtlaştırma operasyonu uygulanıyor.
Eğer başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan, 2. Beyazıt hamamını restore ettirse, Adliye sarayı ile il özel idaresinin yıkımını durdursa, Darüşşafakayı ve ötekileri değerlendirse, gönlümüzde öyle bir taht kurar ki…
Ey uyuyan milletimiz! Uyuyan?! devletimizi uyandırmak için demokratik haklarını ne zaman kullanmayı düşünüyorsun? Öldükten sonra mı? Biz bu kadar yazıyoruz. Sen de hiç olmazsa bunu birilerine faksla veya internetle postala. Kıpırda biraz. Azıcık titre…


www.ufukotesi.com - 11 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.