Tarih Bilinci

 

Rasim Giresunlu  

"Jön" Türk'lükten, "Jin" Kürt'lüğe...


Biz bu köşede yaklaşık dört yıldır, Türk merkezli bir tarih bilinci vermeğe çalışıyoruz. Bu çalışmamız sırasında, düşüncelerimizi elden geldiğince, bu doğrultuda ortaya koymaya gayret ediyoruz. Bu yazıların gerçekten Türk merkezli hayatı esas almış olan hiçbir kişiyi de acıtmaması gerektiğine inanıyoruz. Bu yazımızdaki Abdullah Cevdet, ne yazık ki, tarihimizin derinliğinde saklanmayı bilmiştir.

Geçtiğimiz yılın yaz mevsiminde Ankara Belediyesinin Meclis toplantısında, Abdullah Cevdet ile ilgili görüşmeler sonucunda alınan bir karar basına da intikal etmişti. Konuya ilişkin haber, 16 Ağustos 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde: “Çankaya’da CHP ile AKP İşbirliği Yaptı-Damızlık Erkek İttifakı” şeklinde yer almıştı.
Gazetelerdeki bu yazılardan yaklaşık bir ay önce, ilk defa şu tespiti, “Fırat’ın Ötesi” adlı yazımda şu şekilde yapmıştım: “Örneğin Abdullah Cevdet kimdi? Hangi ülkeden damızlık erkek getirmek istemişti?” Ben o yazıda konunun temelinin şekillenmesi için tarihsel anlamda bazı örnekler vermiştim. Bu örneklerden birisi olarak Abdullah Cevdet’i göstermiştim. Bizim bu örneğimizden sonra, gerek basında ve gerekse ilgili Belediyelerde, konuya ilişkin lehte ya da aleyhte olmak üzere, bazı hareketlenmeler olmuştur. Aslında, Abdullah Cevdet’in aktardığımız söylemi, onun hayatındaki ilk yaptığı patavatsızlık değildir. Onun milli mücadele sürecinin başlangıcında, çeşitli kesimlerden gelmekte olan kişileri, işgalci İngilizlere ihbarı da vardır. Bu ihbarı kiracısı olan Zekeriya Sertel şöyle anlatır:”Beş-on arkadaş, ilk toplantıyı bizim evde yaptık. Aramızda Köprülü Fuat, sonraları Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanlığını yapmış olan Hasan Ali Yücel, gene Atatürk’ün ilk İçişleri Bakanlarından Ferit ve daha bazı gençler vardı. Ben o vakit Cağaloğlu’da Abdullah Cevdet’in evinin birinci katında oturuyordum. Üstümüzde ev sahibi olarak kendisi oturuyordu. İkimizin de iki-üç yaşlarında küçük kızlarımız vardı. Hakkında pek fana sözler işitmiş olmama bakmayarak, Abdullah Cevdet’e karşı saygı besliyordum. Ne de olsa belirli bir şeye inanan ve inandığı şey için savaşan bir adamdı. Abdullah Cevdet ateyistti. (...)Aynı binada bulunduğumuz için aramızda iyi komşuluk ilişkileri vardı. Biz arkadaşlarla salonda toplu bir halde yeni kurulacak örgütün biçimini kararlaştırmak üzere hareketli bir tartışmaya dalmıştık. Birden kapı açıldı. Abdullah Cevdet’in küçük kızı babasının elinden kurtularak salona daldı. Babası da onun arkasından içeri girdi ve bizi toplantı halinde buldu. Yirmi dört saat sonra, hepimiz İngiliz polisi tarafından tutulup ‘Bekirağa Bölüğü’ne atıldık. Belli ki, mütarekede İngiltere’nin ajanlığını kabul etmek alçaklığına düşen ve İngilizler tarafından himaye edilen Abdullah Cevdet, efendilerine yaranmak için, bu toplantıyı haber vermişti. Kendisine saygı duyduğum bu adam, bana böyle bir oyun oynamıştı. ‘Bekirağa Bölüğü’nden kurtulup eve döndüğüm zaman, kendisiyle merdivenlerde karşılaştım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, beni güler yüzle selamlamak istedi. Yüzüne tükürdüm:
-‘Yaptığın alçaklıktan utan’, dedim.(...) Kendisini savunmaya bile lüzum görmeden çekilip gitti. Çünkü suçu meydandaydı.”
Abdullah Cevdet’in bu ihbar olayını, Zekeriya Sertel’in karısı Sabiha Sertel’de, hatıralarında şu şekilde yer vermiştir: “Büyük Mecmua, Cağaloğlu’nda Abdullah Cevdet’in evinde hazırlanıyordu. Ertesi gün, daha geniş bir toplantı yapmaya karar verdik. Fakat Cağaloğlu’ndaki ev öteden beri polisin göz hapsinde idi. Zekeriya, Halide Edip, Hasan Ali Yücel, Köprülüzade Fuat, eski Maliye Bakanı Ferit (Tek) ve daha başkaları bizim evde toplanıyorlar, bir cemiyet kurmak için konuşmalar yapıyorlardı. Apartmanın üst katında oturan Abdullah Cevdet’in jurnali ile işgalin ertesi günü Zekeriya’yı yakaladılar. Zekeriya o gün işten gelmişti. İkimizde üzgündük.
-‘Gülhane Parkına çıkalım’ dedi. ‘Biraz hava alırız.’
-‘Akşama toplantı var’ dedim.
-‘O saate kadar döneriz’.
Kızım Sevim, iki yaşında idi. Onu küçük arabasına koyduk, parka gittik. Az sonra bir polis yanımıza yaklaştı.
-‘Zekeriya Bey, sizi polis memuru istiyor. Size bir şey sorup gönderecekler’.
Ben de gitmek üzere kalkmıştım. Polis:
-‘Siz kalınız hemşire hanım. Zekeriya Bey şimdi gelecek’ dedi.
Hava kararıncaya kadar bekledim. Ne gelen, ne giden vardı. Ben de evin yolunu tuttum. Toplantıya gelenler, bu haberle karşılaştılar. O gece saat ona kadar, Zekeriya’dan hiçbir haber alamadım. Polis müdürlüğünden yaptığım soruşturmalara:
‘Merak etmesinler, gelecek’, cevabını veriyorlardı.
Gece saat 12’de bir polis geldi. Zekeriya için yatak, yorgan istiyordu. Bu misafirliğin uzunca süreceğini anladım. Ertesi gün kendisinin Bekirağa Bölüğüne gönderildiğini öğrendim.”
Sabiha Sertel ayrıca şunları da söylemektedir:”Oturduğumuz evin vadesi bitmişti. 15 gün sonra yola çıkacaktık. Doktor Abdullah Cevdet, 15 gün için dahi, evde kalmamıza izin vermedi. Otele gidecek paramız da yoktu. Ne yapacağımızı üzüntüyle konuşurken, Ömer Seyfettin de yanımızda idi.
“Cancağazım, hiç üzülmeyin. Benim Kalamış’taki evime geliniz. Ben de Ali Canip’in evine geçerim’ dedi.”
Abdullah Cevdet’in ateyistliğe dönük kişiliğini bilmekteyiz. Görüldüğü gibi onu suçlu olarak gösterenler de, yine ateyistliği ile tanınmış olan Sertellerdir...Evet Abdullah Cevdet, Sertellerin gözünde, böylesi kişiliği olan bir insandı...
Ya başkaları, onun hakkında ne diyorlardı? Örneğin yazar Yusuf Ziya Ortaç, Abdullah Cevdet’in evi ve kendisi hakkında bazı tespitlerde bulunmuştur: “Cağaloğlunda köşe başında, üç buçuk katlı bir apartman vardır. O zaman adı ‘İçtihat Evi’ idi bu yapının. İçtihat bir dergi ismidir. Sahibi, Doktor Abdullah Cevdet. Evi de, idare evi de üst kattaydı. İkinci katta Bilgi Derneği vardı. Orhaniye matbaası vardı alt katta da baskı makineleri...(...)Fuzuli’nin Türk olmadığını sevinerek söylerken, Ziya Gökalp’e çarpıp nasıl paramparça olduğunu hiç unutmam.” Bu konuda Yusuf Ziya Ortaç, Ziya Gökalp için de şunları söylüyordu: “Bir kere kızdığını gördüm. Fuzuli’nin Türklüğünden şüphelenen Abdullah’a Cevdet’e karşı:
‘Böyledir,’ diye bağırmıştı, ‘kendisinden şüphe edenler, başkalarından da eder!”
Yine Yusuf Ziya Ortaç, Abdullah Cevdet hakkında ayrıca şunları da yazar: “Büyük kusurlarından biri de pintiliğiydi. (...) Eşref, onun meşhur hasisliğini biraz Türkçeleştirerek yazdığım şu iki mısrayla hicvetmiştir.
‘Bir sinek konsa eğer tiksinerek pisliğine
Hakkımı eklediyor der de koşar mahkemeye!’”
‘Fırat’ın Ötesi’ adlı yazımızda, “Bu konuda başka bir örnek de, işgal İstanbul’unda yaşayan gizli Kürtçü, Abdullah Cevdet’te görülmektedir” demiştik:
Konuya ilişkin olarak, Yazar Falih Rıfkı Atay şu tespiti yapmıştır:“Türklükten kaçan kaçana idi. Bir gün dostlarımdan biri, nefes nefese matbaaya gelerek, Beyoğlu caddesinde, Osmanlı büyükelçilerinden birinin oğlunu Kafkas esvabıyla gördüğünü, bir felaketmiş gibi haber verdi. Şivesi şivemizden, kafası kafamızdan nice tanıdıklarımızın Kürt olduklarını anlıyordu. ‘İçtihat’çı Abdullah Cevdet’in yazı yazdığı gündelik gazetenin adı ‘Jin’ idi. Bunun Kürtçe ‘Hayat’ demek olduğunu öğrenmiştik.”
Evet, bir zamanlar, Tıbbiye’de ve Avrupa’da Jön Türk’üm diye konuşan, yazan bir şahıs, birden bire ben “Kürdüm” diyordu. Acaba bu ülkenin kaderi miydi bu durum? Bu kaderin altında yatan faktör, biz Türklerin saflığı mıydı, yoksa iyi niyeti miydi? Oysa yine atalarımız çok da güzel bir söz söylemişlerdi. “Merhametten maraz doğar.” Gerçekten merhametten maraz doğmuştu. Bu maraz da; eski ‘Jön Türk’, yeni ‘Jin Kürt’ olan, Abdullah Cevdet idi.
Ağaoğlu Ahmet’in oğlu olan ve Adnan Menderes’in yakın arkadaşlarından Samet Ağaoğlu ise, Abdullah Cevdet’in Kürtçülüğü konusunda şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Zayıf iradeli idi. Çevresindeki değişikliklerin kendisine yarattığını zannettiği fırsatlardan istifade etmeyi, ancak küçük hesaplarla düşünebiliyordu. Mütarekede, İttihatçıların düşmesi onun için ileri çıkmak, parlamak imkanını veren fırsat oldu. Fakat yeni idarecilerin din mevzuundaki taassubu karşısında, mütarekenin şartlarıyla belirmiş seviyesiz bir imkana başvurdu. Bu sefer onu, dostları hayretler içinde, düşmanları sevinerek Sayit Molla’nın yanında, ‘Kürt Yükselme Cemiyetinin içinde gördüler. Artık dinsiz telakkilerini ilan ve müdafaa etmesine rağmen, Batının fikir ve edebiyat hazinelerinden Türkçeye bir çok büyük adamların, bir çok eserlerini kitap ve makale halinde getirdiği için kendisini tutan son bir çevre de, bu hareket karşısında onu birden bıraktı. Şimdi en seviyesiz cinsinden bir siyasi hayatın içinde yuvarlanıyor. Mütarekenin Türk tarihinde yerlerini ‘meşum’ sıfatıyla almış insanlarının peşinden ayrılmıyordu.”
Abdullah Cevdet, Türk milletine yaptığı ihanetin bedelini, işgalcilere uşaklık eden hükümetten alacaktı. Nasıl? Bu konuda da Falih Rıfkı’nın tespitiyle şunları söyleyebiliriz: “Nitekim mütareke olunca Abdullah Cevdet’in İngilizlere sığınarak, onların adeta emri ile Sıhhiye Müdürlüğünü aldığını duymuştuk. Kürtlük davası peşine düşenlerden biri de o idi.”
O işgal yıllarının karanlıklarında, kendi aydınlığını(!) böylesine bayağılık hareketleriyle yapan Abdullah Cevdet, acaba hayin mi, yoksa dengesiz bir kişiliğe sahip miydi? Bunu da sizler araştırıp, kara veriniz!
KAMUFLE OLAN ABDULLAH CEVDET
Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Tüm ülkede, zafer naralarının yankıları dağları, taşları, nehirleri, gölleri ve hatta denizleri sarmıştı. Sadece Türkiye’ye umut gelmekle kalmamış, bütün Müslüman dünyasına umut gelmişti. Gerçi ‘umut fakirin ekmeği’ derlerdi. Fakir olsa da olmasa da, Türk milleti, zaferi büyük önderinin yönlendirmesiyle söke söke kazanmıştı. Bu zafer, aynı zamanda, yirminci yüzyıl boyunca, tüm Türk ve İslam dünyasının en büyük zaferiydi. Türk dünyası Türkiye dışında; Balkanlardan, Ortadoğuya, oradan da Kafkasya, İdil-Ural, Ortaasya ve Sibirya’ya kadar hiçbir yerde, yirminci yüzyıl içersinde, doğru dürüst bir zafer kazanamamıştı. İslam dünyasının hali de, bundan pek farklı değildi. Ülkemizde zafer naraları atılırken, korkunun yüzü, emniyetli gördükleri deliklerde saklanan bazılarını sımsıkı sarmıştı. Malum korkuyu saklandığı delikten iliklerine kadar yaşayanlardan birisi de “ince uzun boyunun, dar omuzlarının üstünde iri taneli çiçek bozuğu esmer başının çirkinliği ile de göze batıyordu.”
Bu dar omuzlu, kara yüzlü kişi, Abdullah Cevdet’ten başkası değildi. Abdullah Cevdet, “kendisinden bir çoklarını nefret ettirecek kadar cemiyetimize yabancılığı ile” meşhurlaşırken, her halde aynada kendi fizyolojisini ve bilhassa yüzünü “bulunmaz Hint kumaşı” olarak algılamış olmalıydı ki; “çıkardığı mecmuanın hemen her sayısında da, bu çirkin yüzün bir, bazen de iki ve daha çok resmi, eksik olmuyordu.”
Acaba, Abdullah Cevdet resimlerini gazetesine koyarken, kendi yüzüne mi aşıktı ki, sürekli bu hareketi yapıyordu? Yoksa kendi yüzünden iğrendiği için mi, toplumdan intikam almak yaklaşımıyla mı, resmini sürekli gazetesine bastırıyordu? Yine böylesi bir intikamcı ruh anlayışı ile bu toplumu beğenmemenin altında, kendi kara yüzünü beğenmediği için mi, dışardan sarışın beyaz tenli erkekleri damızlık olarak istiyordu? Oysa bu ülkede de sarışın insanlar vardı. “Sarışın Türk Olmaz mı” adlı yazımızda, bu konuda sizlere gereken bazı bilgileri de verdik. Elbette geçmiş süreçte Abdullah Cevdet’te bunları biliyordu. Bunları bilmezse devrin Cumhurbaşkanı olan Atatürk’ü de mi görmüyordu? Oysa Abdullah Cevdet Türklerdeki sarışınlara dayir örnekleri de görmüştü. Bunlardan onun da şahit olduğu birisini, ‘Sarışın Türk Olmaz mı’ adlı yazımızda Yahya Kemal’in Paris hatıralarından bir bölüm aktararak göstermiştik:
“1903 Eylülünün ilk günlerinde, Ahmet Rıza’nın, Mongo Meydanınında, 4 numaralı apartmanında, her hafta mutadı olan kabul gününde (sabahleyin) Doktor Abdullah Cevdet’i, Doktor Nazım’ı,Hüseyin Siret’i tanımıştım. O günün akşamı Luksenburg Bahçesinde yapayalnız gezinirken, Doktor Abdullah Cevdet’e tekrar tesadüf ettim. Yanında sarışın, iri yarı bir genç vardı. ‘Sadrettin Maksudof (Sadrettin Maksudi Arsal) Efendi. Kazan Müslümanlarından (Türklerinden), Paris’te hukuk tahsil etmeğe gelmiş!..’dedi ve bana tanıttı.”
Demek ki, Abdullah Cevdet’in amacı ‘üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek’ti. Bu durumun örneği de, onun kendi fizyolojisini beğenmemesinden ya da Atatürk dönemindeki millileşmenin yükselmesinden rahatsızlık duymasından kaynaklanıyordu. Acaba bu rahatsızlık onun Kürtçü kimliğinden mi kaynaklanıyordu? Yoksa, onun Jön Türklüğü de, Osmanlı devletinin dağılması için miydi? Bunlar hep araştırılması gereken sorulardır. Fakat doğru olan, bu toplumu beğenmediği bilinen bu adamın konumunu Samet Ağaoğlu şöyle aktarır: “Anadolu’nun zaferi, bu devreyi de kesip koparınca, İtilafçılarla beraber memleketten kaçmayı düşündü. Fakat ne buna yetecek parası vardı, ne de fazla lüzum görüyordu. Memlekette kalışı Yüzellilikler arasına girmekten onu kurtardı. Birkaç zaman hemen hemen hiç kimseye gözükmeden matbaasının karanlık köşelerinde yaşadı.”
Abdullah Cevdet, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kendisinin üzerine gelen ya da geçmişinde yaptıklarını irdeleyen kimsenin olmadığını fark etti. Bundan da cesaret alarak ve pek tabi olarak da; “Alışmış, kudurmuştan beterdir” söylemini de yaşayarak ispat etti. Bu söylem, elbette boşuna değildir. Nitekim, sonraları gelişen inkılaplar döneminde, Abdullah Cevdet kendince tekrar gündemi yakalamaya çalıştı. Basın piyasasında tekrar boy gösteriyordu. Bu boy göstermenin son aşamasında, kendi ruh halinden kaynaklanan bazı sapık fikirleri, gündeme oturmaya başlamıştı:‘Bir gün onun imzasını taşıyan ve neslimizi kuvvetlendirmek, eski tabirle ‘istifaya (temizlemeye) tabi tutmak’ için Avrupa’dan, Amerika’dan ‘Damızlık Erkek’ getirilmesini isteyen yazıyı okuyanlar önce şaşırdılar, sonra dehşet içinde kaldılar. Yalnız Babıali’de değil, memleketin aydın, cahil her tabakasında kıyametler koptu. Atatürk tasarladığı içtimayi inkılapların bu çeşit fikirlerle sarsılabileceğini düşündü. En yakınlarından, hem de şöhretini yazı ve fikirle değil, Atatürk’ün bir işaret ile gözünü kırpmadan her hareketi yapabilecek (…) birisine, bu makaledeki ‘ahlak, milliyet, din, haysiyet, şeref mefhumlarına aykırı’ fikirlerle, şiddetle hücum eden bir yazı yazdırdı. Bu hakikatte dinsiz mütefekkirin kanaatlerine indirilmiş ilk yumruktu. Vereceği en ufak cevabın karşılığı korkunç olabilirdi. Kalemini bir daha eline almamak üzere, kırmaktan başka çaresi kalmamıştı.”
Büyük lider Atatürk, Osmanlı döneminde dinsizliği ile tanınan birisinin, daha doğru bir deyişle, dengesi bozulmuş bir insanın hakkından böyle geliyordu. Fakat yıllar sonra “Atatürkçüyüm” diyenlerin, Atatürk’ün bu yaptıklarından haberleri yok muydu? Yoksa onlar, her zaman Tarih bilinci olmayan insanlar arasından mı çıkıp geliyorlardı? Acaba onlara tarih dersini Halil Berktay mı ya da onun gibiler mi vermişti? Diyelim ki onlar, Atatürk’ün bu yaptırdığı faaliyetle ilgili bilgileri yoktu, fakat niçin Abdullah Cevdet’i bilmiyorlardı ya da yeterince tanımıyorlardı ve de tanıtmıyorlardı? “Atatürkçü” geçinenlerin bu bilmezliğinin yanı sıra, Türk milliyetçisiyim deyip de, sabah akşam Nazım Hikmet dışında “kargadan başka kuş” tanımayanların da, toplumu aydınlatmak konusundaki tavırları, tarih bilinçsizliği ile mi, yoksa kendilerinin bilakis yanlış yönlendirilmesiyle mi bağlantılıdır? Türk milliyetçisi geçinip de, bunlardan bazılarının da çizgilerinde derinlik oluşmayıp, başka kanallardaki derinlikleri alkışlamaları da son derece ilginçtir. Bu konuda, bilakis son dönemin moda isimlerinden sayılmış olan Cemil Meriç’in peşinden gidenler arasında, neredeyse onun görüşlerini dahi, Türk milliyetçilik zeminin de göstermeye çalışanlar da bulunmuştur. Cemil Meriç’i düşüncelerinden dolayı değişik bulanlar, gerçekten bu değişiklik hususunda haklı olduklarını tescil ettirebilirler. Fakat bu haklılık, Cemil Meriç’in çizgisinin değişik olması hususunda değil de, onun düşüncelerinin gerçekten doğru olması hususunda olmalıydı. Bu konuda sizlere Cemil Meriç’in Abdullah Cevdet hakkındaki görüşlerini de örnek verebiliriz:
“Abdullah Cevdet geniş tecessüsleri olan bir insan. Doğu’ya da tecessüsü var. Sadece düşünceyi uyandırmak isteyen, inhitat devrinin mutaassıp ulemasına karşı cephe aldığı için irfana kaçtı, dedim ya. Mutedildir Abdullah Cevdet. O sırada Türkçüleri de, mutaassıpları da kızdırdı. Dinsiz değildi kanaatime göre.”
Ey bazıları! Siz Cemil Meriç’in Abdullah Cevdet hakkındaki düşüncelerine ne dersiniz? Demek ki, Cemil Meriç, ya tarihin bir kesitini iyi bilmiyor ve bilmediği bir konuda yorum yapıyordu. Bunun aksi durumu, yani daha da vahimi şudur: tarihin, Kurtuluş Savaşı konusunda Abdullah Cevdet ile ilgili boyutunu biliyor ve bilmesine rağmen Abdullah Cevdet ile ilgili olumlu bir düşünce üretebiliyor demek olur ki;. bu durum da, iki uçlu pis bir değneğe benzer. Bu değneğin hangi ucu Abdullah Cevdet açısından alınırsa alınsın durum yine de vahimdir! Kime ya da kimlere? Anlamayanlara, anladığı halde yanlışta ısrar edenlere...
Biz bu köşede yaklaşık dört yıldır, Türk merkezli bir tarih bilinci vermeğe çalışıyoruz. Bu çalışmamız sırasında, düşüncelerimizi elden geldiğince, bu doğrultuda ortaya koymaya gayret ediyoruz. Bu yazıların gerçekten Türk merkezli hayatı esas almış olan hiçbir kişiyi de acıtmaması gerektiğine inanıyoruz. Bu yazımızdaki Abdullah Cevdet, ne yazık ki, tarihimizin derinliğinde saklanmayı bilmiştir. Bu şahıs, bu ülkede hakketmediği sokak adlarına bile konu olmuştur. Elbette bu şahsın adını tabeladan silenleri alkışlıyoruz. Abdullah Cevdet gibilerini bu ülkede aklayanlar, paklayanlar ve de sokaklarda adını verenleri de, kınıyoruz. Şu an için daha ağır bir ifadeyi de kullanmak istemiyoruz. Bu çizgide, Dr. Abdullah Cevdet gibilerini tekrar başımıza tabela bazında da olsa, bela edenlerin, bir başka örneğini de şimdilik sizlere sadece isim bazında sunuyorum. Türk Kurtuluş Savaşındaki bir olumsuz isim daha,: alın işte Cemil Topuzlu’yu inceleyin bakalım altından hangi Çapanoğlu çıkacak?...Bu şahsın ismi nerelere verildi?Kimler verdi? Niçin verdiler? Bir araştırılsın!. Bu araştırma görevi kime düşüyor? Sanırım bu görev, Sıtratejik derinliği olan istihbaratçılara düşüyor...T:C. yetkilileri bu konuda, ABD’den biraz ders ya da kurs alsınlar! ABD kursu verir mi ya da vermez mi orasını bilemem... Fakat bizim bu konudaki açık ve gediklerimizi görenler, bütün boşluklara gol atmayı iyi beceriyorlar. Yine aynı şekilde, 2004 yılında Bakırköy’de bir sokağa adı verilen Dadyan’lar da bu ülkenin geçmişinde nasıl ve ne şekilde zengin olmuşlardı? Tüm bunlar, kime ve ne şekilde sorulmalı? Nerede bu devlet ya da yetkilileri?.Acaba onlar, aldıkları aylıklarının kuyruğundalar mı? Belki de ikramiye peşindedirler. Yoksa daha daha fazla mı aylık istiyorlar? Makam ve unvan uğruna her şeyi feda etmiş ya da hiçbir şeyden haberi olmayan üst düzey memurlarının, böylesi günlerde Abdullah Cevdet kadar dahi onurları olduğuna da inanmıyorum. Çünkü Abdullah Cevdet, bir ölçüde Kürtlük bilinciyle hareket ediyordu. Ya bizim üst düzey memurlarımız ne bilinciyle ya da bilinçsizliğiyle hareket ediyorlar? Farkındalar mı? Şereflerine verilecek bir maskeli ya da maskesiz balo mu bekliyorlar? Belki de hiç utanmadan, sıkılmadan terfi bekliyorlardır. Yoksa yeni makam ve imkanları mı bekliyorlar? Hangi onur, gurur, şeref ya da yüzle bekliyorlar? Abdullah Cevdet’ten ödünç aldıkları, çiçek bozuğu yüzleriyle mi?


www.ufukotesi.com - 03 / 2006  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.