Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Tarihe Bakın!


Derler ki bu vak’anüvislerden biri, bir gün olay yerine gelmiş. Hikâye bu ya yerde bir ceset yatmaktadır; başında da üç adam… Birine sorduğunda “Bunu biraz önce buradan kaçan bir kişi öldürdü” der. İkincisi “Ben gözümle gördüm, mevta şu duvarın üstünden kendini attı, intihar etti” diye kesin bir eda ile konuşur. Üçüncüsü ise “zavallı manzara seyrederken ayağı kayıp düştü, öldü” diye değişik bir ifade verir.

Yarısı Arapça yarısı Farsça olan şu “vak’a-nüvis” kelimesini oldum olası sevemedim. Dilimize girmiş Farsça kelimeler arasında bu kadar sevimsizi pek görülmemiştir. Gerçi önemli bir tarihçi olarak bilinen Naima bile bu “olayları yazan” mânâsındaki sıfatla memuriyet yapmıştı. Çünkü kendisi Osmanlı’nın belirli bir bölümünün tarihini yazmakla görevlendirilmişti.
Derler ki bu vak’anüvislerden biri, bir gün olay yerine gelmiş. Hikâye bu ya yerde bir ceset yatmaktadır; başında da üç adam… Birine sorduğunda “Bunu biraz önce buradan kaçan bir kişi öldürdü” der. İkincisi “Ben gözümle gördüm, mevta şu duvarın üstünden kendini attı, intihar etti” diye kesin bir eda ile konuşur. Üçüncüsü ise “zavallı manzara seyrederken ayağı kayıp düştü, öldü” diye değişik bir ifade verir. Şimdi görevli memur olayı tarihe geçirecek ya, bir kenara çekilip düşünmeye başlar; bir türlü işin içinden çıkamaz. “Ben sıcağı sıcağına üzerine geldiğim şu olayı bile doğru dürüst yazamayacaksam bu meslek ne işe yarar” deyip ilgili makama istifasını verir.
Bazı iyi niyetli bazen de kompleksli kişilerin ağzından “bilimsellik” kavramı hiç düşmez. Ne gariptir ki bilimsel olduğu zannedilen hurafelere de en çok bunlar inanır ve savunmasını yapar. Birkaç kişiyi kandırabilirse o zaman saplantılarını “bilim” olarak ilan eder.
Buna karşılık gerçek bilim adamı, kendine güveni olan haysiyet sahibi fikir adamı, güçlü zannedilen bazı çevrelerin ne diyeceğine, kendi aleyhinde ne dolaplar çevrileceğine hiç önem vermeden olayları ve fikirleri olduğu gibi yansıtır. Ülkemiz ne yazık ki bu konuda fakirdir. O kadar üzücüdür ki “sol” diye adlandırılan cephe, medeni toplumlarda doğruyu, hakkı hukuku savunurken bizdeki solcuların çoğu kendi halkından kopmuş, gerçeklerden kaçmış ve bilim zannettiği maddecilik konusunda da tutunacak dalları kalmamıştır. Bu yüzden başka ülkelerde ateist solcular bile halkın gelenek ve göreneklerine saygı gösterirken bizimkilerin çoğu din ve millet düşmanlığını, ilericilik sanmışlardır. Yine de ne yazık ki bu anlayış sebebiyle globalizm rüzgârına da ilk yelken açanlar onların içinden çıkmıştır. Çünkü salt eziklik duygusuyla enternasyonali benimseyenler, elbette emperyalizme de global olması hasebiyle dört elle sarılacaklardı. Ahlak, estetik ve hümanizm anlayışları, kısaca aldıkları terbiye ve yetiştikleri çevre bunu gerektiriyordu.
Bunların içinden çıkan tarihçiler olayları kolayca “tahrif” ediyorlardı. Bu kelimeyi bilinçli olarak kullanmaktayız. Çünkü tahrif etmek yalnızca bozmak, değiştirmek değil aynı zamanda hurafe karıştırmak da demektir. Asıl bilim düşmanları işte bu gerçekleri saptıran ve siyasi doktrinlere propaganda malzemesi olarak sunanlardır. Bunlar hiçbir zaman halkın yanında olmamışlar, emeğe değer vermedikleri hatta olaylara vurguncuların perspektifinden baktıkları halde hep emekten yana görünmüşler, bu konuyu bile geçim kaynağı yapmışlardır.
İşte bunların kendi kadrolarındaki tarihçiler de hep belirli çıkar gruplarının istedikleri yönde olayları saptırmışlar, onlarla iş birliğinde olmuşlardır.
Hep unutturmaya çalışıldığı için bugünkü kuşaklar bilmezler; nedense çok kimse de hatırlamak istemez. Neyi mi? Bundan 61 yıl önce, ağustos ayının başlarında Hiroşima’ya atom bombası atıldığını… Öyle emperyalizm sözcülerinin dediği gibi Japonya’nın teslim olmasını gerçekleştirmek için filan değil, yalnızca bir gözdağı vermek ve öldürme duygusunu tatmin etmek için… Çünkü savaş fiilen çoktan bitmişti. 140 bin kişinin hemen, o anda ölmesinin ardından yaralıların da büyük bir kısmının ölümüyle, ölü sayısı 200 bine ulaştı. Bu cinayetin üzerinden birkaç gün daha geçmişti ki Nagasaki’ ye atılan bir ikinci bomba 100 bine yakın insanın yine ölümüne sebep oldu. Bütün bu olaylardan kimsenin “katliam” diye bahsettiği duyulmamıştır. Soykırım kelimesini kullanırsak bunu başka yerlerde arayan hastalıklı zihinler belki bir şeyler anlar. Nedense bu soykırım denilen şey hep arkadan vurulan, ihanete uğrayan milletlere kabul ettirilmeye çalışılır. Onların başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi tutulur. Bazı ülkelerin parlamentolarının başlıca işi bu konuda karar almaktır.
Yine II. Dünya harbinde zalim kişilerin bir dikta rejimi içinde yaptıkları çirkin ve insanlık dışı uygulamaları zaten herkes ayıplarken, lanetlerken bu olayları 60 yıldır bir ideolojik ve siyasi propaganda aracı olarak kullananların da şu anda dünyanın gözleri önünde ileri teknoloji yani medeniyet (!) silahlarıyla çocukları öldürmelerine, büyük denilen devlet sözcülerinin sesi çıkıyor mu?
O halde çare nedir? Gerçek mânâda büyük devlet olup bu cinayetlere “dur” diyebilecek hale gelmektir. Öncü devlet olabilmek için örnek devlet olmak gerekir. Önder devletin çatısını kuracak kadrolar aranırsa bulunur.
Her vesile ile ifade etmeye çalıştık. Büyük bir devlet olabilmek için ekonomik bağımsızlığı sağlamak zorunluluğu vardır. Bunun yanında ayrıca, başkaları tarafından dayatılan bir hukuk düzeninin baskısından kurtulmak gerekir. Ülkenin sosyal ve kültürel yapısına uymayan ve “dış güçlerce” belli amaçlarla masaya konulan kanunları demokratikleşme olarak göstermek, kendini aldatmak demektir.
Ülkenin hukuku yabancılar tarafından şekillendirilirken “adli bağımsızlık” üzerinde duran var mı, bunu umursayan var mı? Peki niçin? Elinizi kolunuzu hangi urganla bağlıyorlar? Bırakın başörtüsünü Allah aşkına! Takılıp kalmayın! Böyle meseleler ancak iyi örnek olmakla, örnek olabilecek düzeye gelmekle kendiliğinden çözülür. Ya aldanmaya razı olmuşsunuz ya da aldatmaya kalkıyorsunuz. Doğruyu söyleyenlerden niçin kaçıyorsunuz? Yıllar yılı kendi hayal âleminizde yarattığınız “kâzip şöhretler” tarafından yönetilmeye niye razı oluyorsunuz? O yıllanmış politikacıların mecburi izin vakti hâlâ gelmedi mi? Kırk yıldan fazla bir süredir “mebus maaşı” alanlara bu milletin diyet borcu mu var?
Sahici büyük devlet, “nizam-ı âlem” ülküsünü benimsemiş bir kurumdur. En korkunç silahları üretip en fazla sivil öldüren bir siyasi organizasyon değildir. “Büyük” sıfatına lâyık olabilmek için yeryüzündeki bütün ülkelerin özgür, ekonomik ve siyasi bakımdan bağımsız olarak yaşamasını ülkü edinmek gerekir.
Söz buraya gelmişken söyleyelim bugünün tek süper gücü, ekonomik devi diye geçinen devletlerin büyük bir çatırtı ile göçmeyeceğini kim nereden biliyor, kim garanti ediyor? İnanın onları korkutan, uykularını kaçıran -ve hiç şüpheniz olmasın- saldırgan yapan bu ihtimaldir. Başkalarının uzaktan bakıp göremediği yahut seslendiremediği bu durumu onlar kendileri daha iyi görmektedir.
Cengiz’ i, İskender’i bir yana koyun! Hani Roma, hani koca Osmanlı? Hani “güneş batmayan” imparatorluk? Üstelik bunlar öyle zulme de yönelmemişlerdi; yalanlara, sahtekârlıklara başvurmamışlardı.
Bakın, şimdi yine açıkça görülmektedir ki masum çocukların öldürülmesine gerekçe olarak ileri sürülen, iki askerin kaçırılması olayı bir bahanedir. Yine bir takım zalimler dehşet saçma planlarını daha önceden yaptıkları halde, kendi ellerinde tuttukları sayısız rehineye karşılık iki askerin kaçırılmasını bahane ederek “terörist devlet” uygulamalarını mazur göstermeye çalışmaktadırlar.
Evet, biz “ tarih diye önünüze konan ve gafilleri uykuya götüren hurafeleri bırakın” derken nice imparatorlukların batışını gerçek sebepleriyle anlatan ilim eserlerine eğilmenizi istiyoruz. Böyle gerçek tarihlere herkes baksın, dikkatle baksın! Doğrulardan korkmadan, gerçeklerden kaçmadan baksın!


www.ufukotesi.com - 09 / 2006  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.