Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…


Senin hakkında yazmak ne kadar zor. Ne yazayım senin hakkında? Ne diyeyim? Nasıl diyeyim? “Ölümün kollarına niye böyle doludizgin atıldın mı?” diyeyim. “Niye o kadar dalgındın mı?” diyeyim. “Acaba neler düşünüyordun mu?” diyeyim. “Ellerimizi niye Tanrı’ya açılı halde bıraktın mı?” diyeyim? Nasıl oldu böyle, nasıl? Niye seni buldu bu feci kaza, niye? Her zaman bize önderlik ettin, bizi etrafında topladın. Bizi istediğin yere götürdün. Çünkü sana “hayır” diyemezdik, demezdik.

Çünkü sen de kimseye “hayır” diyemezdin, demezdin. O gün de bizi ebedî istirahatgâhına kadar ardın sıra çektin götürdün. Zira biz “Kemal Çapraz’ın tayfasıydık.” Ama sen bizi bırakıp gittin. Sen böyle yapmazdın. Yapmazdın Kemalciğim… Yapmazdın…
O gün seni orada yalnız bırakamadım. Arkadaşını yolda bırakmış gibi, ihanet etmiş gibi hissettim kendimi. Herkes gitti. Yanında İsrafil Kumbasar ile ikimiz vardık. Sonra Mazlum Deniz ve kaptan Mustafa Can arkadaşlarımız geldi. En son dördümüz kaldık yanında. Sen bizi gördün. Sana “varsa hakkımız helâl olsun” dedik. “Güle güle” dedik. Göz yaşlarımızla “elveda” dedik. Daha bekleyecektik. Ayrılmayacaktık. Beraber olacaktık daha. Allah’ın şiddetli rahmeti başladı. Bu senin Cennet’e ayak basışına, Allah’ın rahmetinin üzerinde oluşuna bir delildi. Seni bir karşılamaydı.
Benzer yanlarımız vardı seninle. İkimiz de insanları kırmak istemezdik. İkimiz de “hayır” demesini bilmezdik. İkimiz de ince ve geniş çerçeveli düşünürdük, ufak tefek fikir ayrılıklarına önem vermezdik. Tam aksine bunu teşvik ederdik. İkimiz de bağımsızlığımıza, hürriyetimize düşkündük. Eküri derlerdi ikimize. Ama sen daha tatlı dilli, daha güler yüzlüydün, daha sakindin, liderdin, önderdin. Daha kolay ilişki kurardın. Çok hazır cevaptın. Lâf altında kalmazdın. Hoşsohbettin. Âdeta bir derviştin. İnsanları çeken bir mıknatıs gibiydin. İnsanlar yanında kendiliğinden toplanırdı. Yanında olmaktan, oturmaktan, bulunmaktan hoşlanırlardı. Onlara müsbet enerji verirdin, saadet verirdin.
İkimiz de bazı hususlarda çekingendik, çünkü mayamızda hayâ vardı.
Seninle o kadar özdeş olmuştuk ki, sen ebediyete göçtükten sonra telefonu en çok çalan kişi ben oldum, en çok baş sağlığı dilenen kişi ben oldum. Demek birbirimizin hakikatli yârları olduğumuzu herkes biliyordu.
En sevdiğim taraflarından biri, bir şey rica ettiğimiz anda hemen telefonu çevirmendi. “Yok sonra bakarız, yok sonra hatırlat, yok şu, yok bu” demezdin. İşi hemen bitirirdin. Kimseye “hayır” demediğin için kimse de sana “hayır” demezdi. Telefonun sürekli açıktı. Sen aslında milletin vekiliydin. Milletin vekili olmaya en lâyık kişiydin. O yüzden seni aday olmaya teşvik etmiştim. Oraya senden daha lâyığı olamazdı ki?
Seninle Kıbrıs hakkında yaptığımız faaliyetleri ve hizmetleri; bırakalım dernekleri, partileri, devlet bile yapmadı. O konferanslar, o bildiriler, o bütün gazetecilere bizzat giderek 500 kitap dağıtmalar, o diya gösterileri, o radyo-televizyon konuşmaları, o mitingler, o sıtadyumlarda gösteriler. Sanki Kıbrıs şahsi malımızdı (İyi ki o faaliyetlerin hepsini günü gününe yazmışım).
Senden her hangi bir kütüphanede bir şeyin resmini istediğimiz zaman, hemen gelirdin. Hiç yüksünmezdin. O ağır çantalarla nasıl da dolaşırdın? Ne kadar enerjiktin? Akşam saat 10’larda, 11’lerde, 12’lerde “Tuzla’ya gideceğim” deyince ben yorulurdum. “Nasıl adımlayacaksın o yolları?” diye düşünürdüm, lâkin söylemezdim. Gözüm kesmezdi. Ama sen giderdin. Bu senin gençliğine, enerjikliğine delaletti.
Sen hep “Yusuf abi iyi olacak” derdin. Ben senin kadar iyimser değildim. Ama moralini bozmamak için bir şey demezdim. Aksine tasdiklerdim. Gazeteyi çıkaracağın zaman da zor olacağını biliyordum. Ama cesaretini kırmamak için bir şey söylemedim. Bilakis cesaret verdim. Nereden bilebilirdim böyle olacağını? Kim bilebilirdi?
Gazetenin ilk aylarında “Ne olur ne olmaz, hepimizin bir biyografisi olsun” demiştin. Ben bu “ne olur ne olmaz” ifadesinden hiç hoşlanmamıştım. Karşı çıkmıştım. Nereden bilebilirdin o “ne olur, ne olmaz”ın kendi başına gelebileceğini. Kim bilebilirdi?
54 yıllık hayatımda tanıdığım en iyi insanlardan biri değildin, tanıdığım en iyi insandın. Bu, bir merhumun arkasından söylediğim bir nezaket sözü değil, bir hakikat cümlesidir. Adına –ciğim sevgi ekini ilave edip hitap ettiğim tek kişi sendin. Hem iyi bir insandın, hem kimsenin yapamayacağı işleri başaran biriydin. Senin yerini kim doldurabilir şimdi? Kim?
Daha 30-40 yıl hizmet edecektin. Tanrı seni yanına aldı. Neden? Çünkü seni seviyordu. Mübarek bir ramazan günü yanına aldı. Şiddetli bir rahmet sağanağıyla yanına aldı. Tanrı’yla buluştun.
Sen, ben, Ali Osman Hoca uyumlu bir üçlüydük. Üçümüz de hizmeti ön pilanda tutmuştuk. Üçümüz de ihtiraslı ve kaprisli değildik (İhtiras ve kapris bir arada bulunur). Üçümüz de yaptıklarımızı iyi niyetle, hizmet amacıyla yaptık. Bir yerlere gelmek için basamak olsun diye yapmadık. İnternetten bir yazı indirip, derme çatma bir kitap düzenleyip, bunlarla bir yerlere erişmek düşüncesinde olan insanlardan ne kadar farklıydık. İhtiras ve kıskançlık üçümüzden de ıraktı. Üç silahşör derlerdi bize. Çoğunlukla beraber olurduk her yerde.
Zaman zaman Aydil ağabey de bize katılırdı. Böylece uyumlu üçlü, uyumlu dörtlüye çevrilirdi.
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım... Mezarında rahat uyu. Çünkü Allah sana rahmet etti. “Cennet’in kızıl güller açmış gülşenlerinde” gönlünce dolaş. O ebedî âlemde bu dünyadan daha mesut, daha bahtiyarsın.
Bu âlemde ise sen, ben ve Ali Osman Hoca; üçümüz yine beraberiz. Bazen Aydil ağabey de aramıza katılıyor, dört kişi oluyoruz. Sen de aramızdasın. Sensiz hiç bir anımız, sohbetimiz yok ve olmayacak…


www.ufukotesi.com - 11 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.