Kasım 2008

Ö T E S İ

 

20.04.2024 



Aykırı Bakış

 
Dr. Yusuf Gedikli

Dil inkılabı: sebepleri ve sonuçları?


Dil inkılabı Atatürkün yaptığı, fakat sonradan vazgeçtiği iki eylemden biridir (Diğeri müzik inkılabıdır). Büyük bir adam olan Atatürk dili önce yabancı kelimelerden temizlemek istemiş, lakin işin çıkmaza girdiğini görünce, yine büyüklüğünü göstererek hatasından dönmüştür. Türk Dili Tedkik Cemiyeti 12 temmuz 1932’de kurulduğuna göre dil inkılabının da resmen ve esaslı olarak bu tarihte başladığını kabul etmek lazımdır. Gerçi 19 şubat 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “ilk öz Türkçe nutuk” şeklinde bir başlık görmek mümkündür (Nutuk İsmet Paşa tarafından verilmiştir). Lakin inkılabın esas başlangıcı 12 temmuz 1932’dir.

Dil inkılabının sebebi?

Dil inkılabının başlıca iki sebebi vardır:
1. Batı karşısında geri kalmışlık duygusu. Dil inkılabının esas sebebi geri kalmışlık duygusunun verdiği komplekstir. Zira Türkiye ileri bir ülke olsaydı, böyle bir şeye katiyen ihtiyaç duymayacaktı (Bizden başka hiç bir millet ve ülke böyle bir şeyi tecrübe etmemiştir).
2. Şark medeniyetinden kopma arzusu. Başka bir ifadeyle eski sosyo-kültürel ve sosyo-iktisadi yapı yeni kelimelerle ve yeni kelimelerin çağrışım dünyasıyla ortadan kaldırılmak istenmiştir. Böylece yeni bir düşünüş sistemiyle batı medeniyeti daha kolay kabul edilmiş olacaktı. Yani amaç alfabe devrimiyle birlikte yeni bir dil oluşturmak ve eski kültürle alakayı koparmaktı.
İkinci maddedeki gerekçede milliyetçiliğin öze dönüş şiarı da rol oynamıştır.
Ancak maddi ve teknolojik gelişmeyle dildeki eski ve yeni kelimeler arasında katiyetle her hangi bir bağ yoktur. Eğer böyle olsaydı, Stalin diktatörlüğü ve “kültür ihtilali” yapan Çin, dinî çağrışım yapıyor diye kelimeleri yasaklarlardı (Dil meselesinde Türk inkılaplarından daha sert bir ihtilal yapmış olan Sovyetler ve onun eli kanlı diktatörü Stalin’in görüşleri dikkate şayandır. Stalin dili bir alt yapı ürünü olarak ele alır. Bunu ayrı bir makalede işleyeceğiz).

Sentaks (söz dizimi) devrimi

Dille beraber sentaksın da değiştirilmesi düşünülmüştür. Abdülkadir İnan’ın dil inkılabının sebeplerini pek güzel açıklayan bir hatırasını nakledersek, mesele daha iyi anlaşılacaktır.
Abdülkadir İnan’ın anlattığına göre Atatürk, 1935 yılının ilk baharında bazı gayretkeşlerin teşvikiyle Gagavuz Türkçesinin sentaksının Türkçeye uygulanmasını düşünmüş, meseleyi İnan’a da sormuştu. Abdülkadir İnan’ın, Rusların Gagavuz Türkçesinin sentaksını 150 yıldan beri bozmaya çalıştıklarını söylemesi üzerine Atatürk ve etrafındakiler verilen cevaptan memnun kalmamışlardı. Çünkü Atatürk ve çevresi de böyle bir değişiklik düşünüyordu. TDK başkanı İbrahim Necmi Dilmen, dilciler arasında “sentaks devriminin” geldiğine inananlar olduğunu söylemiş, hatta birisinin bu hususta bir etüt dahi hazırladığını söylemişti. Meseleyi araştıran Atatürk, sonunda “Türk konuşurken önce somut, sonra soyut anlam”ı söyler diyerek Abdülkadir İnan’ı haklı bulmuş ve “sentaks devrimi”nden vazgeçmişti. (A. İnan, Türk Kültürü, nisan 1967, 446. s.).
Atatürkü bu yola iten sebep hiç şüphesiz Gagavuz Türkçesi sentaksının (söz diziminin) batı dilleri sentaksıyla aynı olmasıydı. Bilindiği gibi Türkçenin söz dizimi özne, tümleç, yüklem şeklindedir. Halbuki batı dillerinin söz dizimi özne, yüklem, tümleç şeklindeydi. Sentaks devrimini savunanlar, Türk düşünce sistemini batı düşünce sistemine benzeterek güya (!) batılı olmayı arzulamışlardı. Nurullah Atacın devrik cümleyi kullanması da bundan dolayıydı (Zannedileceği gibi başka sebeplerden dolayı değil).
Tabii bu gereksiz bir düşünceydi. Zira garp dilleri sentaksına göre Alman, Fransız ve İngilizler felsefe ve diğer bilim dallarında ilerlemiş olmalarına rağmen, aynı sentaksla konuşan ve düşünen (!) öteki Avrupalılar ve Latin Amerikalılar bilimde de, felsefede de hiç bir varlık gösterememişlerdi.

Falih Rıfkının yazdığına göre dil inkılabının başlangıcında üç akım vardı.

1. Sadeleştirmeci veya Türkçeleştirmeciler.
2. Bütün Türk lehçelerinden kelime ve ek alınmasını savunanlar.
3. Tasfiyeciler.

Falih Rıfkı Atay, kendisinin birinci görüşte olduğunu söyler (F. R. Atay, Çankaya, 1980, 473. s.)

Dil inkılabının devreleri ve karşılaşılan zorluklar

Dil inkılabını (devrim de denebilir, aslında bu bir devrimdir) 1932-35 ve 1935-38 olarak iki ana devreye ayırmak uygundur. Ancak bazı dilciler, mesela Osman Fikri Sertkaya devrim yıllarını üçe böler: Sertkaya, 12 temmuz 1932’den 1934’e kadarki, yani “Osmanlıcadan Türkçeye söz karşılıkları tarama dergisi”nin çıkışına kadar olan devreyi “aşırı özleştirmecilik-tasfiyecilik devresi”, bu tarihten 24 ağustos 1936 Güneş Dil Teorisi ilanına kadar olan devreyi “mutedil özleştirmecilik devresi”, mezkûr tarihten Atatürkün ölümüne kadar olan devreyi de “özleştirmeyi red, yaşayan dile dönüş devresi” olarak inceler. (Sertkaya, Türk Dili, Kasım 2001, 550. s. vd.).
Dil devrimi başlatıldıktan sonra işin ne kadar zor, karmaşık ve yanlış olduğu çabuk anlaşılmıştır. Nitekim işin çığırından çıktığı dönemde Atatürkün sofrasının gediklilerinden Falih Rıfkı Atay şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra benim, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti.
‘-Dili bir çıkmaza saplamışızdır’ dedi. Sonra:
‘-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız’ dedi.”

Atatürk başka bir gün yine Falih Rıfkıya şöyle demişti:

“İsmet Paşayı gördüm. ‘Konuşamıyoruz. Dilsiz kaldık, bu kadar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık diyor’ dedi.” (F. R. Atay, Çankaya, 1980, 477-479. s.).

Falih Rıfkının sözlerini Yakup Kadri Karaosmanoğlu da tasdik eder (O.F. Sertkaya, Türk Kültürü, Kasım 1967, 34. s.).

Güneş Dil teorisi

Lakin geriye dönüş de Atatürk ve genç Türkiye Cumhuriyeti için kolay değildi. Atatürkün ve Türkiye Cumhuriyetinin başladığı bir işi bitirememesi, aynı zamanda bir gurur meselesiydi.
Birinci devreden sonra işin kendi deyimiyle “çıkmaz”da olduğunu görünce Atatürkün birden çark edemediği, bir bekleme ve durgunluk devresine girdiği anlaşılmaktadır. Lakin dil devriminin bu tarihte yavaş, gönülsüz ve pasif de olsa devam ettiğini kabul etmek mümkündür. Mesela 18 mart 1936’da İbrahim Alaaddin Gövsa tarafından Nuri Conkere yazılan bir yazıda “Kamutay [meclis] ikinci reisi Nuri Conker” ifadesi görülmektedir (Toplumsal Tarih, Kasım 2001, 38. s.).
Güneş Dil Teorisinin ortaya atılması bir can simidi olmuş ve mesele bununla çözülmüştü. “Büyük adamlar yanlışlarını kendileri düzeltirler” sözü demek ki, boşuna söylenmemiştir. Güneş Dil Teorisinin 24 ağustos 1936’da ilanından, Atatürkün ölümüne kadar olan devrede dil devrimiyle ilgili faaliyetler sadece yabancı kelimelerin Türkçe asıllı olduklarını isbat gayretinden ibarettir. Zaten Güneş Dil Teorisi dilin oluşumunu güneşe bağlıyor ve oluşan ilk dilin de Türkçe olduğunu ileri sürüyordu. Bu da Türkçede yabancı kelime bulunmadığını, yabancı kelimelerin zaten ve aslında Türkçe olduklarını kabulden başka bir şey değildi ve iş bununla bitirilmişti. Böylece Atatürkün ve Cumhuriyetin gururu da incinmemiş oluyordu.
Atatürkün bir keresinde “ketebe, yektübü Arabındır; kâtip, kitap, mektup Türkündür” dediğini Abdülkadir İnan nakletmektedir (A. İnan, Türk Kültürü, Kasım 1969, 21. s.).
Ahmet Cevat Emre de Atatürkten şu sözleri nakletmiştir:

“[Atatürkün] iki şeyde inkılap olmaz; dilde ve musikide’ diyeceği zaman çok uzakta değildi. Musikimizi de Avrupalılaştırmak istediği ve sonra vazgeçtiği malumdur.” (A. C. Emre, Atatürkün İnkılap Hedefi ve Tarih Tezi, 1956, 41. s.).

Güneş Dil teorisi ile ilgili iki örnek

Teorinin benimsenmesinden sonra TDK başkanı İbrahim Necmi Dilmen 1936’daki 3. TDK kurultayında şöyle bir beyanda bulunmuştur:

“Güneş dil teorisi şimdiye kadar dilimize yabancı sanılan dillerdeki varlıkların Türk kaynağından geldiğini ispat etmekle ameli sahadaki dil çalışmalarımıza da büyük bir genişlik ve kolaylık vermiştir. Halkın bildiği, manasını anladığı kelimelerin yabancı dilden geliyor sanılarak feda edilmesi zarureti bu teoriyle ortadan kalkmış bulunuyor.” (Sertkaya, Türk Kültürü, Ocak 1968, 198. s.).

1937’de TC Kültür Bakanlığı (aynen böyle) tarafından yayımlanan İlk ve Orta Öğretim Matematik Terimleri-Gütbetik (1937, 6-7. s.) kitabından da bir örnek vermeyi gerekli görüyoruz.

“Aksiyom: Mütearife karşılığı olarak kullanılan aksiyom teriminin Grekçede asıl manası ‘uygun görünen, yakışan, yakışık alan, yakışma’dır. (...) Yakmak, ‘hoşa gitmek’ (Radloff); layık olmak (Mukadimet’ül Edeb); tekarrüb etmek (Divanü Lügat’it Türk) anlamlarına da gelir. Yakın da bu esastan teşekkül etmiştir. (...) Aksiyomun böylece halis Türkçe bir terim olduğu anlaşıldıktan sonra yenisini aramağa lüzum kalmamıştır.”

Atatürkün ölümünden sonra dil devrimi

Atatürk meseleyi yaşayan dile dönüşle çözmüştü. Fakat Hasan Ali Yücelin 1938-1946 arasındaki milli eğitim bakanlığı döneminde, İsmet İnönünün himayesinde başlayan ve 2. Dünya savaşından sonraki gelişmelerle süren batıcı (batılı değil), aşırı laik, ve doğu medeniyeti düşmanı yeni bir siyaset fayrap ettirildi.
Hasan Ali Yücel batıcı eğitim için (batılı eğitim değil) dilin saflaşması gerektiğine inandığından dolayı kurumu tasfiyecilere terk etti. Böylece Atatürkün yolundan sapılmış oldu. Cumhuriyetin bu laiklik ötesi idarecileri, yetiştirdikleri yeni aydın kadrosu ile dil tasfiyeciliğini ileri boyutlara taşıdı. Başta Nurullah Ataç olmak üzere bir çok amatör dilci yeni kelimeler, Atacın icadıyla tilcikler (kelimeler) uydurmaya koyuldu. Bilhassa 1960’dan sonra devlet radyo ve televizyonu da buna yardımcı oldu. Bu bombardıman sonunda dil devrimi halk arasında bir ölçüde tutturuldu. Ancak bu pahalı bir tutturuş ve benimsetiş oldu.
Dil devrimine paralel olarak Yunan-Latin kılasikleri sevimsiz ve kuru bir dille tercüme ettirildi (Bazı doğu kılasikleriyle beraber sadece Yücel devrinde toplam 496 kitap). Köy enstitüleri ve diğer okullarda aşırı laik, hatta laiklik ötesi dinî eğitim verilerek 1960’lardan sonra kendisini gösterecek ateist, kozmopolit, materyalist ve solcu bir aydın kitlesi yetiştirildi ve liberal-batıcı (batılı değil) devlet, yetiştirdiği marksist-materyalist bu aydın kadrosuyla çatışmaya girdi.

Agop Dilaçarın bir itirafı

Dil devriminde geçmişle bağları koparmak hedefi o kadar benimsenmişti ki, Agop Dilaçar (asıl adı Agop Martanyan), İngiliz Türkoloğu Sir Gerard Clauson’un bir tenkidine cevap verirken, “şecaat arzederken merd-i kıpti sirkatin söyler” darbımeseline pek uygun gelen şu satırları yazmakta bir beis görmemiştir.

“Biz acun sözcüğünün Soğdakçanın malı olduğunu biliyorduk. Soğdakça ölmüş, sömürülmüş ve miras olarak alt katmanımızda yatıyordu. Öbür tarafta ‘dünya’nın yaygın bir sözcük olduğunu ve bunu yaratan ulusun yaşamakta olduğunu da göz önünde bulundurduk. Türkelinde miras olarak bulunanı benimsemeyi, bize özgü olmayanı kullanmaktan yeğ saydık. Aynı gerçeğin başka bir örneği de kent sözcüğüdür. Kend-kand (s. 728, Soğdak. kend) 8. yüzyıldan beri Türkçede kullanılagelmektedir; önce “köy, küçük yerleşme” anlamınaydı, sonra “şehir” değerini kazandı. Şehir İrancadır (...Yeni Farsça şahr, Osmanlıca şehir). Yine aynı düşünce ile Semerkandı, Taşkenti, Özkendi, Ordukendi ve benzerlerini göz önünde bulundurarak, şimdi başka bir anlama da gelen Türk asıllı eski ‘balık’tan da bu nedenle kaçınarak, kent canlandırılmıştır.” (A. Dilaçar, TDAY-Belleten 1972, 279. s.).

Dilaçar bu sözleri Clauson’un ünlü 13. Yüzyıl Öncesi Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü isimli eserinde acun (dünya) kelimesinin Türkçe sanılarak Cumhuriyet Türkiyesinde yeniden ihya edildiğini söylemesi üzerine yazmıştı.
Kend halihazırda Azerbaycanda köy yerine kullanılmaktadır. Kelime Kaşgarlıda “şehir, kale” anlamında olup ken ve kent şekilleri de vardır. Türkiyede ise şehir kelimesinin eş anlamlısı olarak şehri unutturamadan kullanılmaktadır. Ancak kend Farsça “köy” yerine ikame edilseydi, en azından Azerbaycan Türkleriyle ortak bir kelimemiz olurdu. Kelime ihdas edilirken maksat farklılıkları arttırmak olduğu için Azerbaycanla ortak bir kelime meydana getirilmemesi şüphesiz göz önünde bulundurulmuştur.

Yakıştırma yoluyla kelime türetilmesi

Türkçeye çok eski çağlarda geçen ve kamug şeklinde Türkçeleşen, bilahare ölen Soğdca hamu kelimesi, amme yerine yeniden ihya edilmiştir.
“Nereden gelirse gelsin, yeter ki Arap-Fars sözleri gitsin” mantığının gereği olarak Soğdca acun, kend ve hamu sözleri gibi aslen Fransızca olan onur (halk dilinde gurur, kibir manasında) Arapça şeref kelimesi yerine, Moğolca şölen Arapça ziyafet kelimesi yerine, Yunanca sınır Arapça hudud kelimesi yerine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Arapça hububat atılarak yerine Türkçe sanılan tahıl alınmış, ancak bu kelimenin de Arapça dahl sözünden geldiği anlaşılmıştır. Aynı şekilde Arapça tesbiti ortadan kaldırabilmek için yine Arapça sabt kökünden saptamak fiili uydurulmuş, Arapça mecburiyete karşı Farsça zor (zur) kelimesinden zorunluluk meydana getirilmiştir. Kıraliçe, imparatoriçe kelimelerinde yer alan Slavca -ça eki, öz Türkçe Tanrı kelimesine eklenerek tanrıça (kadın tanrı) yapılmış, güzelim Tanrı kelimesinin manası sulandırılmıştır. “Yakıştırma” yöntemiyle Fransızca ecole (ekol)’den okul, Latince term’den terim kelimeleri türetilmiştir (Özcan Başkan, TDAY-Belleten 1973-74, 177. s.).
Yine Fransızca “general”den (aslı Latince) genel, Fransızca “bulletin”den belleten, Fransızca “organe”den (aslı Yunanca organon) örgen, yakıştırma yoluyla türetilen kelimelerden diğer üçüdür.
Ayrıca imge (hayal) kelimesinin kök anlamıyla ilgisi bulanıktır. Simge de bu guruba giren sözlerden biridir.
Macar Türkoloğu Gyorgy Hazai, 25-26 eylül 2001’de Ankarada yapılan Avrupada Türkçe öğretimi sempozyumunda “20. yüzyılda Avrupada hiç bir dil Türkçe kadar değişikliğe uğramamıştır” derken bir hakikati ifade etmiştir. Aslında bu hükmü şöyle düzeltmek gerekir: “Dünyada hiç bir dil Türkçe kadar değişikliğe uğramamıştır.”
Hazai, hocası Nemeth’in 1958’de TDK şeref üyesi olduğunu, Ankaraya geldiğinde TDK’da bir konuşma yaptığını, konuşmasının bazı TDK’lılar tarafından “eski” diye tenkit edildiğini, ancak Nemeth’in “Ben bir kere Türkçe öğrendim, bir daha öğrenmeye niyetim yok” mealinde cevap verdiğini de nakleder (Mehmet Aydın, “Yarının dilini arayan ataç”, E, Nisan 2002, 80. s.).

Bilimler akademisinin kurulmaması en büyük hatalardan biriydi

Dil devrimine karşı çıkan muhafazakâr aydınlar her zaman bir dil akademisinin kurulmasını ileri sürmüşlerdir. Ancak bunu hükümetlere kabul ettirmek bir türlü mümkün olmamıştır. Aslında Türkiyede bir ilimler akademisinin kurulamaması Türk tarihinin en büyük eksik ve yanlışlarından biridir. Atatürk gibi büyük bir adamın böyle bir akademiyi düşünmesine rağmen kurmaması şaşılacak bir şeydir. Zira Atatürk, 1936’da TBMM’yi açarken “bu ulusal kurumların (TDK ve TTK’nın) az zaman içinde ulusal akademiler halini almasını temenni ederim” demişti (A. İnan, Türk Kültürü, Nisan 1970, 382. s.). Halbuki bir çok ülkelerde kurulmuş bulunan ilim akademileri sosyal ve müsbet ilimler sahasında pilanlı puroğramlı ve pek güzel çalışmalar yapmış ve yapmaktadır. Söz gelişi bugün müstakil olan eski Sovyet cumhuriyetlerinde var olan akademiler insanı imrendirmektedir. Bir daha vurgulayalım ki, Osmanlı zamanında bile böyle bir teşebbüs yapılmasına rağmen, Atatürkün ve sonraki hükümetlerin böyle bir müesseseyi gerçekleştirememeleri çok üzücüdür (1960’lı yılların başında ve yine 1970’li yıllarda bir akademi denemesi hayata geçirilememiştir).

Başka ülkelerde bilim akademileri ve dil dernekleri

Oysa Avrupada bilim akademileri pek erken kurulmuştur. Fransada 1635’te, İspanyada 1713’te, Rusyada 1. Petro tarafından 1724’te, İsveçte 1785’te, Avusturyanın terkibindeki Macaristanda 1825’te, İranda 1936’da, İsrailde 1954’te kurulmuştur. İtalyada 1582’de, Finlandiyada 1831’de, Portekizde 1647’de, İngilterede 1662’de resmi veya sivil dil dernekleri tesis edilmiştir.
Bugün İngilizcedeki kelimelerin yüzde 25’i Germen, yüzde 75’i Latin-Fransız ve öteki dillerden alınmadır. İngilizcenin söz hazinesi 500.000’dir. Amerikan İngilizcesinin kelime dağarcığı 1961’de 450.000, İsveççenin 1973’te 150.000, İbranicenin 1970’te 71.250 sözdür (A. Dilaçar, Anadili İlkeleri... Ankara 1978, 17-45. s.). Tabiatiyle terimler de bu rakamlara dahildir.

Sonuç: 1. TDK’nın başarıları

TDK’nın başarı hanesine yazılacak olan faaliyetler, 1956’dan itibaren Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleteni çıkarması, 8 ciltlik Tarama Sözlüğü ve 11 ciltlik Derleme Sözlüğü ile bazı bilim dallarına ait terim sözlükleridir.
Yeni çıkan kavram ve aletlere karşılık bulmak da kurumun görevleri arasında idi. Bu vazife de büyük ölçüde yerine getirilmiştir.

Sonuç: 2. TDK’nın eksikleri, yanlışları ve zararları

Ancak eski Uygur belgeleri tamamen çözülüp yayımlanmamıştır. Halbuki eski Türkçenin lügati ve Türklerin yaşayışları için bu son derece önemliydi. Ayrıca Veselin Beşevliyev’in eserleri, Doerfer’in eserleri, Clauson’un eserleri, Sevortyan’ın eserleri, Minorski’nin eserleri, Togan’ın Almanca İbni Fadlan Seyahatnamesi ve ismini söylemek bile sayfalar alacak olan daha bir çok bilim adamının eserleri çevirtilip yayınlanmadı. Bunu eski TDK da, 1983’ten sonraki yeni TDK da (henüz) yap(a)madı.
Osmanlı devrinde yazılan sözlüklerden son yıllarda yayımlanan Burhan-ı Katı hariç, hiç birisi yayımlanmadı (Kamus-i Türkî, Lehçe-yi Osmani, Lügat-i Çağatayi ve saire).
Kurumun esas yapması gereken dili zenginleştirme hadisesi ise maalesef tam tersi şekilde, fakirleşmeyle neticelendi (Mesela tercüman ve mütercim kavramları sadece çevirmen sözüyle karşılandı). Eğer türetilen kelimeler eski kelimelerin yerine değil de, yanına konulsaydı, yani eş anlamlı kullanım durumu söz konusu olsaydı, Türkçe bugün ileri ölçüde zengin bir dil olurdu.
Her şeyden önce nesiller arası kopukluk yaşandı. Harf devrimiyle zaten geçmişle bağları kesilen millet, dil devrimiyle geçmişinden iyice koptu. Bu da sosyo-kültürel ve iktisadi çalkantıları getirdi. Daha da mühimi felsefe ve sosyal ve müsbet bilim sahasında kayda değer bir başarı elde edilemedi. Bütün kelimelerin çağrışım dünyaları ortadan kaldırıldı. Tam bir kavram kargaşası husule geldi. Dışarıdaki Türklerle olan bağlar zayıfladı. Türk milleti 40-50 sene önce yazılan eserlerini, kılasiklerini bile okuyamaz hale geldi. Dil fakirleşti. Mesela Şemseddin Saminin ünlü Kamus-i Türkisinde 26.000 kök söz mevcutken, TDK’nın 1980’de bastığı Türkçe Sözlüğün 7. baskısında 26.000 kök söz ancak mevcut olabilmiştir (Sertkaya, Türk Dili, Kasım 2001, 559. s.). Oysa 1979’da Şçerbinin-Mustafayev’in Türkçe Sözlüğünde (Moskova 1972) 47.300 kök söz, Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügatinde (1960-87) ise 43.200 baş (ana) söz vardır.
Ayrıca aparmak, arık, bulak, çimmek, çiyin, deprenmek (deprem buradandır), döş, dözmek, eğin, fere, iy, oğurlamak, oğru, özge, sıfat, sifte, tor, yelmek, yumak, yüngül gibi Anadolu ağızlarında yaşayan binlerce kelime dile kazandırılabilir, böylece dil çok zengin ve herkesin gıptayla, kıskançlıkla baktığı bir dil haline getirilebilirdi. Bu aynı zamanda Azerbaycan Türkçesiyle tam ortaklık sağlardı. Bu da yapılmamıştır.
Türkiyede kitap okumama alışkanlığında dil devriminin menfi etkisi inkâr edilemez. Zira insanlar ancak anladıkları şeyi okurlar. Anlamadıkları eserleri niye okusunlar?
Özetle kavram kargaşası, nesiller arası kopukluk, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri bile okuyup anlayamama, kavram ve kelime yoksullaşması, hariçteki Türklerle dil bağının zayıflaması zarar hanesindeki başlıca unsurlardır.
Hakikatte ise dilden hiç bir kelime atılamaz. Sadece fırekansı (kullanım sıklığı) azaltılabilir.
Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi günümüzde halk artık yeni kelime yapamaz. Dolayısıyla dile giren yeni kavram ve aletlere anında karşılık bulacak bir teşkilatın varlığı zaruridir. Lakin bugün artık böyle bir teşkilat da özel televizyon ve radyoların bulunduğu bir ülkede fazla işe yaramamaktadır.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002