İt kağnı gölgesinde yürür, kendi gölgesi sanırmış. Küresel güçlerin yerli işbirlikçileri de var oldukları günden beri tam da bu ruh hali ile davranmışlardır. Arkasına aldıkları rüzgârla Türkiye Cumhuriyetinin en mahrem yerlerini efendilerinin hizmetine açmışlardır. Devlette, sivil ve askeri bürokrasinin en kilit noktalarında, siyasette, üniversitede, sanayide, sanatta hülasa akla gelen her alanda bu işbirlikçilerden bir sınıf oluşturulmuştur.
Sevgili okuyucularım, affınıza sığınarak yine kıymetli bir dostumuzun mektubunu sizlerle paylaşacağım. Mektup Ceyhun Hazar'dan geliyor:
AHISKA GÜL İDİ GİTTİ…
Ahıska, ikinci dünya savaşı sırasında Stalin’in emriyle Orta Asya bozkırlarına ve Sibirya bölgesine sürgün edilen Türklerle, Türk kamuoyunun gündeminde adı sıkça duyulan, şimdiki Gürcistan’ın güneybatısında bulunan bir Türk şehri idi. 1572 yılında Osmanlı idaresi altına giren Ahıska, Osmanlı’nın çöküş yıllarının birinde, 1829 yılında Ruslara bırakılmak zorunda kalınmıştı. Rusların gelişi, Ahıskalılar için felaketin başlangıcı oldu. Kötü sonu erken görenler, o sırada tahtta bulunan Sultan 2. Mahmut’a haber gönderip, feryat ettiler ama o zamanki küresel güçlerin temsilcileri İngiliz, Fransız ve Rus üçlüsünce ablukaya alınan Osmanlı, bu feryattan daha acılarına bile cevap veremez hale gelmişti. Aynı yıl, aynı Edirne anlaşmasıyla koca Mora elden çıkıyordu ve Osmanlı Sultanı buna bile peki demek zorunda kalmıştı. Hemen işe koyulan Ruslar, yerli ahaliyi oluşturan Gürcü ve Türkleri sürgün ederek yerine Ermenileri yerleştirdi. Bu Ahıskalıların devamı gelecek sürgünlerle ilk tanışması olacaktı. O günden bu güne Ahıska, Türkler için bir yaban el oldu. Sürgünde doğanlar bile vatanlarını göremeden Ahıska aşkıyla göçüp gittiler.
Geniş Osmanlı Coğrafyasını hafızamızda canlandırdığımızda, değişik dil, din, ırk ve millet mensubunun bir arada yaşadığı bir birlik görürüz. Bu birlik çoğunlukla gönüllü katılımlardan oluşmuştur. Kendi coğrafyalarında sıkıntısı olanlar, ya doğrudan Osmanlı’ya katılmışlar ya da egemenlikleri altında oldukları ve zulüm gördüklerini düşündükleri güçlere karşı Osmanlı’dan yardım dilemiş ve bu muazzam birliğe katılmışlardır. Birliğin önünde engel teşkil edenler ise güç kullanılarak bertaraf edilmiştir.
Osmanlı Devleti adıyla Türklerin çadırı etrafında toplananlar, yüzyıllar süren Türk Egemenliği altında ya doğrudan yönetilmiş ya onun himayesi altında görünerek düşmanlarının şerrinden korunmuş (Polonya ve Baltık ülkeleri gibi) ya da hilâfet bağı ile Osmanlı’nın gücünün gölgesinde, bulunduğu uzak coğrafyalarda (Uzakdoğu ve Afrika Müslümanları gibi) kendini güçlü göstermiş, güvende olmuşlardır.
Bir küçük obadan dünyanın merkezindeki en yaşanabilir toprakların yirmi milyon km² lik bölümüne hâkim olan bu büyük birlik, içinde bulunduğumuz Kasım ayının hemen başında,1922 yılında tarih sayfalarında kalmaya mahkûm edildi. Bu hazin son, dünyanın merkezinde yeni devletler oluşturdu. Aradan geçen seksen dört yıl boyunca Osmanlının dağılma süreci canlılığını sürdürmüş, aşiretler millete, mezhepler dine terfi ettirilmiş; farklılıklar düşmanlık sebebi olmuş ve bölünme günümüze dek sürmüştür. Türkler açısından bu durumun sonucu, en kolay anlatılabilir ifadeyle, elini kolunu sallayarak gezdiği milyonlarca km² lik geniş coğrafyadan en büyüğü 780 bin km² (Türkiye) olan, birbirleriyle tel örgülerle ayrılmış küçük alanlara tıkılıp kalmak olarak özetlenebilir.
Osmanlının yok olmasından bu yana Avrupa kıtasında yirmi beşten, Asya ve Afrika’da ise otuzdan fazla devlet bayrak göstermiştir. Osmanlı’yı kuran ve yaşatan Türkler için açılan her yeni bayrak, yaranın yeniden ve yeniden kanaması olarak algılanmıştır. Aslında yedi düvelin yok edici ilk saldırıları atlatıldıktan sonra elde kalan topraklarda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milletiyle bu yenilgiyi asla hazmedememiştir. Ancak bu akıbeti uygulamaya sokanlar -ki bu günkü adı küresel güçler olmuştur- genç Türkiye Cumhuriyetinin içinde bulunduğu her sıkıntıyı kendi faydalarına tahvil etmenin gayretine devam etmişlerdir. Mesela, Osmanlı topraklarında ve yoğunlukla Anadolu’da kurdurdukları okullar marifetiyle kendileri için uygun yerel ortakların yetişmesini ve gelişmesini sağlamışlardır. Türkiye’nin içinden çıkan ama Türkiye’den uzak beyinlerin çoğalması onlar adına işleri kolaylaştırmıştır.
İt kağnı gölgesinde yürür, kendi gölgesi sanırmış. Küresel güçlerin yerli işbirlikçileri de var oldukları günden beri tam da bu ruh hali ile davranmışlardır. Arkasına aldıkları rüzgârla Türkiye Cumhuriyetinin en mahrem yerlerini efendilerinin hizmetine açmışlardır. Devlette, sivil ve askeri bürokrasinin en kilit noktalarında, siyasette, üniversitede, sanayide, sanatta hülasa akla gelen her alanda bu işbirlikçilerden bir sınıf oluşturulmuştur.
Kafasında Allah Korkusu, kalbinde Allah Sevgisi olmayan, sadece kendilerinin ve efendilerinin çıkarını kollayan bu uşak ruhlu sınıf, maalesef devletle milletin arasını açacak her türlü faaliyetin yaratıcısı ve uygulattırıcısı olmuştur. Komünizm geliyor tehdidiyle millete korku salan, Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesini; Misak-ı Milli Sınırları içindeki toprakların behamehal alınması vasiyetini ve daha pek çok ideali yok sayan; Türk Ordusunu şerefli konumundan NATO ve dolayısıyla küresel emperyalistlerin bir şubesi mesabesine tenzil eden görünmeyen bu sınıftır. Bir türlü gelmeyen komünizmin yerine irtica tehdidini ikame eden; sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Dinci-Laik gibi çatışma noktaları oluşturarak büyük Türk Milletinin enerjisini kara deliklere aktaran da bu sınıftır. Telafer caniler tarafından yerle bir edilirken Türk Kamuoyunu oyalayan medya maymunlarıyla, başına çuval geçirilirken hiçbir şey olmamış gibi davranan ve neredeyse başına çuval geçirilen askerlerin orda ne işi var diyecek kadar soysuzlaşanlarıyla ve bu soysuzların maharetli çabalarıyla, bu gün bindiği dalı kesen bir Türkiyeli görüntüsü ortaya çıkmıştır.
Türkiyelilerin Türkiye’yi getirdiği nokta ise Osmanlının yıkılma sürecinden pek farklı değildir. Bu yer, Üsküp, Köstence, Akmescit, Sofya, Selanik, Revan, Tiflis, Kerkük, Telafer gibi pek çok Türk şehrine sadece uzaktan bakabilen Türklerin, Muş’un Diyarbakır’ın Bitlis’in ve belki de İstanbul’un koparılmasına çaresiz birer seyirci oldukları konumdur. Gazi’nin ifadesiyle gaflet, dalalet ve hıyanetin kol kola girip Türkleri daha küçük bir coğrafyaya hapsetmenin son hamlesinin yapıldığı zamandır.
Türkiyelilere ve onların efendilerine karşı duran; Osmanlının yıkılışını ve o günden beri hiç hız kesmeden devam eden savaşın yenilgilerle sonuçlanan etaplarına rağmen başını dik tutmaya çalışan bir Türk Milleti hâlâ vardır. Türk milletinin başını dik tuttuğunu cümle âleme göstermesi gerekenler sesini yükseltmelidir. Kimdir bu sesini yükseltmesi gerekenler? Askerinin başına çuval geçirilen, orduyu 780 bin km’ye hapseden ve emekli olurken kahramanlık madalyası alan ordu komutanı mı? Milletine karşı efelenen, Bush’un karşısında kekeleyen siyasetçiler mi? Yağmaya ortak olan, kifayetsiz muhteris Genel Müdürler, çatışma bölgesine gitmem diyen generaller mi? Maaşını dolarla alan iş takipçisi gazeteciler, enerji pazarından daha fazla pay sahibi olmak için elinde bulunan gazete ve Televizyon yayınlarıyla hükümetlere şantaj yapan medya patronları mı? Ülkenin sanayi kuruluşlarını ve topraklarını tek tek satın alıp sömürgecilere pazarlayan aracı holding sahipleri mi? Ele geçirdikleri üniversitelerde karşı görüşten hiç kimseye geçit vermeyen, bilimi ideolojiye kurban eden, naylon profesörler mi? Sömürgecilerin amacına uygun light Müslüman imal eden tarikat önderleri mi? Kimdir sesini yükseltmesi gerekenler?
Sözümüz, bu milletin okullarında okuyan, kurumlarında çalışan, kanaat önderi olabilecek dili, dini, kanı bir yürekli isimleredir. Bin yıldır Türk Devletinin bayrağı ve Türk milletinin taşıdığı İslam Sancağının etrafında yaşadığının bilincinde olan, ona nankörlük etmeyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir mensubu olarak, Türküm diyebilen, Tatarlığının, Çerkezliğinin, Abazalığının, Çeçenliğinin, Araplığının, Kürtlüğünün, Lazlığının hülasa benliklerinin bütün güzellikleriyle bu birliğe hayat verenleredir.
Herkes bulunduğu yerde neye gücü yetiyorsa onu derhal yapmalıdır. Varlıklarını hissettirmeli, soysuz, uğursuz yağmacı takımının rahat hareket etmesinin önüne geçmelidir. Vurmaya kırmaya gerek kalmadan en kolay işi yapmalı; İt kağnı gölgesinde yürür, kendi gölgesi sanırmış sözünden hareketle itle gölgesi arasına girmelidir. Bu hareket bile silik şahsiyetli işbirlikçilerin hemen yön değiştirip yeni sahiplerine sırnaşmaya başlamasına yeter de artar bile. Bu yolla önce işgal altındaki kurumlarımız yerli işbirlikçilerin elinden kurtarılmalıdır. İlk kurtuluş harekâtı TRT den başlatılmalı, bu kurumu eline geçiren ve Türklerin sesini kısanlar süratle görevden uzaklaştırılmalı olmuyorsa yönetilenler nezdinde işleri zorlaştırılmalı, direnç gösterilmeli, hareket kabiliyetleri daraltılmalıdır. Zira küresel güçler, yerli işbirlikçileri kanalıyla önce TRT’yi işgal etmişlerdi. Başta ordumuz olmak üzere devlet kurumları içindeki Türklerin birbirleriyle irtibat içinde olmaları gerekenleri artık bulundukları kış uykusundan uyanmalıdır. Damarlarında taşıdıkları şehit atalarının kanını yerde koyacak yılgınlıktan bir an önce sıyrılarak, milli mücadele ruhunu yeniden canlandırmalıdırlar. Türkler, ordumuzu yeniden lâyık olduğu şerefli makama, Türk Ordusu olma makamına kavuşturmalıdır. Kurumlarımızı, AB ve ABD kurumları nezdinde dilenci durumuna sürükleyen tavırlardan yavaş yavaş değil hemen kurtarmalıdır.
Aksi takdirde oyun devam edecek ve Türkiye diye bir şey kalmayacaktır. Malazgirt’te Anadolu’nun kilidini açtığımız Muş yâd el; Mercidabık zaferini kazandığımız Kilis komşu ülke; Camii Kebir mahallesinde doğan Cahit Sıtkı’nın kadim Diyarbakır’ı soysuz kuklaların şehri olacak belki de hepsi birden nüfusunun yüzde yetmişi Türk olan İran gibi yeni düşmanlarımız olacaktır.
Ey Türk kork! Yeryüzünün merkezindeki yirmi milyon km² lik geniş coğrafyada dalgalanan hilal sönmedi ama 780 bin km² ye hapsedildi. O şanlı hilal, Kerkük’ten sonra Kandil’den, Kudüs’ten sonra Ahlat’tan, Revan’dan sonra Ardahan’dan ve daha pek çok Türk yurdundan sökülüp atılmak üzere. Siirt’in, Mardin’ın, Kars’ın sessiz haykırışlarına, vatandan koparılışına isyan eden feryatlarına sessiz kalma. Onlar giderse Ankara’da, İzmir’de, Kastamonu’da rahat yaşarım sanma. Ahıska, bir ibret tablosu olarak önünde. Nasıl ağıt yakmıştı Ahıskalılar 1829 da Osmanlı Sultanına, kulak ver;
Ahıska bir gül idi gitti
Bir ehli dil idi gitti
Söyleyin Sultan mahmut’a
İstanbul kilidi gitti…
Ey Türk korkma! Dün yedi düvele karşı topsuz tüfeksiz, aç ve uykusuz bir halde Çanakkale’de Maraş’ta siper ettiğin göğsündeki imanı yeniden fark et! Seni Avrupa önlerinde dilenci durumuna düşürenlerden hesap sor! Devletini işgal edenleri, Ordunu silikleştirenleri varlığınla korkut! Zaman, canavarın tek dişini de söküp atma zamanıdır. Onlar; karşına yeni sanal düşmanlar koymadan gerçek düşmanını tanı. Onlar, Türk’ü Kürt’e kırdırmadan; Türkmen’i Özbek’e düşman etmeden; Balkan’da, Kafkas’ta, Orta Doğuda yeni katliamlar yaşanmadan; Türkiye’yi İran’la savaştırmadan; Müslüman kanı oluk oluk akmadan uyan ve devletine, milletine sahip çık!
Önümüzde Irak işgali örneği varken, bekleyecek vakit yoktur. Evet, muhtemel bir işgalde küresel emperyalistlerin Türkiye’de işleri Irak’taki kadar kolay olmayacaktır. Lakin Basra harap olduktan sonra direnmişsin ne çıkar? Önemli olan testi kırılmadan önlemini almaktır. Yarın’ın çok geç olacağı çok açık ortadadır. Türkiye’nin B52 uçaklarının bulutların arkasına gizlenerek binlerce metre yukarıdan bırakacağı bombaları durdurmaya gücü yetmeyebilir ama onların uçuşuna engel olabilir. Küresel güçlerin öncü kuvvetleri yerel işbirlikçilerin kanatları koparılırsa emin olun bırakın işgali, hiçbir B52 Türk semalarına yaklaşmaya bile cesaret edemez.